vioft2nnt8|201049142CC5|zubabi_zd|ContentPage|ContentText|0xfeff0008000000003502000001000200

lexapro side effects after 2 weeks

lexapro side effects shaking read lexapro side effects shaking

antibiotic without prescription

amoxicillin cost without prescription gctfcu.net antibiotic without insurance

norvasc

norvasc restaurantvisuals.com

sertraline and alcohol hangover

sertraline and alcohol

abortions in atlanta

abortion houston

acquistare cialis online forum

cialis generico prezzo piu basso blog.imam-khomeini.ir
Bir kapı olmalı… Zeki Demirkubuz’un Masumiyet adlı filminde hiç kapanmayan bir kapı durmadan gümbürder. Görüntü-karşı görüntüyle çekilmiş ilk sekansta bir yargıç ya da hapishane müdürü (bu kişinin kim olduğu hiç belirtilmez, bunun önemi de yoktur, çünkü kısa bir süre içinde yönetmenin sadece anlatının esasıyla ilgilendiğini anlarız), bir mahkum―eşine az rastlanır şekilsizlikte bir adam― tarafından kendisine verilen mektubu yüksek sesle okumaktadır. Mektubu okunmakta olan, on yıl hapis yatmış bu suskun adamın, gidecek bir yeri olmadığı için hapishaneden çıkmak istemediğini öğreniriz. Film böylece, sanki Raymond Depardon’un Délits flagrants’ı tarzında bir belgeselmiş gibi hemen başlangıçta,hiç de kibar olmayan bir tavırla konuya girer. Kameranın açısı hemen hemen aynıdır: Bütün mekan, söylenmekte ve okunmakta olanı iki kişinin yüzünden yansıtır. Ancak film, kurmacadır. Sürekli çarpıp duran, yargıcın iki denemeye rağmen kapatamadığı kapının söylediği şeylerdir. Bu kapı daha sonra karakolda ve otel odalarında tekrar karşımıza çıkacaktır. Kapı orada olmasa da, onun inatçı direnişi kalıcıdır; sanki bu dünyadaki her şey, toplumun kirli sırları görmezden gelmesi için işbirliği yapmakta, ancak bunu başaramamaktadır. Kapı açılır. Ya gizemli bir asılış kapının kapanmasına direniyorsa? Ya bu asılış sinemanın ta kendisiyse? Bu, her izleyicinin kendisinin karar vermesi gereken bir şey, ancak yönetmen için orada, o kapıların arkasında olmak ve bugünün Türkiye’sinde küçük bir haberi aşan bir şeyler olduğunu söylemek yeterli. Henüz tek bir sözcük sarf etmemiş, film boyunca da çok az konuşacak olan, merak uyandırıcı bir kahramana sahip olan film, kararlı “az ve öz” tutumuna rağmen izleyiciyi uyanık tutuyor: “Dikkatli ol, bir öykü anlatıyorum; gözlerini iyice aç, anlatacağım öykü bu zavallı adamın öyküsünden çok daha fazla bir şeyler olabilir.” Gerçekten. Cezasının uzatılması ricası reddedilen kambur yürüyüşlü (hayranlık uyandıran bir oyuncu) bu önemsiz adam, doğudan batıya uzanan başıboş bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk onu gençliğini ve hapishane yıllarını geçirdiği Anadolu’ya götürecektir. Ve hapishaneden kaçmış, kendisine yardımcı olmaya söz veren hücre arkadaşını bulduğu İstanbul’a. Sonra bu adam, öyküdeki ilginç bir düğüm ve senaryodaki harika döndürme yoluyla hırpalanmış bir kabare şarkıcısı, kızı ve korumasıyla tanışır. Kadın, döküntü bar sahnelerine çıktığı sıklıkta, harap otellerdeki yataklara da girerek çalışmaktadır. Sağlam yapılı ve güzeldir. Kendisini başka erkeklere verişini seyreden koruması aşıktır ona. Filmin sonunda, mutluluğun çiçek açmasına zaman vermeyecek bir gecikmeyle, gizli bir aşkı olduğu açıklanır. Tıpkı bu film gibi, o da çılgındır. Günler otel odalarından gürültülü otobüslere doğru telaşsız, kayıtsız geçer. Konuşmayan kahraman ve ebeveynleri seyahatte ya da hapisteyken bakımı bu kahramana emanet edilen küçük dilsiz kız gibi, zaman, huzursuz edici bir durağanlıktadır. Dikkatlice işlenmiş bu sessizlik, beklenmedik anlarda aşırı aşk; şiddetli, yırtıcı, bastırılamaz, taşkın arzu ve iki yüzlülüğün bile saklayamadığı ölçüsüz nefretle kesintiye uğrar. Bir kadın, karnının altında kilitlediği elleriyle cinsiyetini fırlatarak bu Akdeniz topraklarında çok uzun bir zaman önce kendisine miras bırakılmış kutsal ağrının (Menades’in korkusu, tanrıların vücutları için çıldırttığı Dyonisus müritleri kadar eski tarihlere uzanan bir ağrının) altında paramparça olmuş bir erkeğe meydan okur. Bir erkek aşırı sevdiği insanları daha fazla aşağılamamak ve incitmemek için kendini öldürür. Bir başka erkek, masum olduğu halde polis falakası altında şişmiş ayaklarıyla evine doğru yürür. Bu filmin öyküsünü, öfke patlamaları ve daha seyrek görülseler bile aynı derecede çarpıcı ve parlak olan başka dakikalar damgalar. Şefkatin nostaljiye karışıp yumuşakça parladığı dakikalar… Bir kadının eli, bir erkeğin başını okşar. Bir kız çocuğu parkta oynarken, grubun yaşam tarafından kül edilmiş en buruk erkeği, mutlu çocukluğunu hatırlar. Huzurun asılı kaldığı dakikalar vardır, ancak bu öyküyü dinlerken kız çocuğunu bekleyen gelecekten kim emin olabilir? Acımasız, ancak etten kemikten insanlardan oluşmuş bir toplumun kınanmasının ana hatlarını çizermişçesine işlenmiş olan filmin tonundaki kopukluklar, Zeki Demirkubuz’un ilk filminden sonra nereye gitmek istediğini çok iyi bildiğini gösteriyor. “Yaşamın anlamını” arayışı konusunda basın dosyasındaki kısa sözleri bu nedenle şaşırtıcı değil: “Yaşama böyle bir anlam verdiğiniz zaman, film yapma olgusu ahlaki bir sorun haline gelir. İçinde yaşadığımız dönemde bu tür tavırlara yer olmadığı açıktır. Her şeyden önce bir ticari faaliyet olarak tanımlanan, izleyici sayısına bağlanan sinema, filmleri de dünyanın geri kalan kısmına dönmeye ve çoğunluğun beğenisini kazanmaya zorluyor.” Émile Breton. L’Humanité. 14 Temmuz, 1999. İngilizce’den çevrilmiştir.