vioft2nnt8|201049142CC5|zubabi_zd|ContentPage|ContentText|0xfefffc07000000000402000001001000

cipro

cipro onderdewatertoren.nl

melatonin pregnancy safety

melatonin pregnancy first trimester read

viagra prodej

viagra prodej praha go

Masumiyet

Çok kuşkulu, epeyce belirsiz ama çok çekici bir kavram bu.

İnsanların içindeki minik beyaz bir meleği simgeliyor sanki.

Ama bazen bu minik beyaz melek içimizdeki kara ve büyük bir günahın omuzuna da konuveriyor, nereye konacağı hiç belli değil.

New York’un mafya tarafından kontrol edilen belalı mahallelerinden birini anlatan bir filmde, okul çocuklarına içinde başka maddelerin de karıştırıldığı uyuşturucuları satarak bir çocuğun ölümüne neden olan uyuşturucu satıcısını, Mafya mahallenin elektrik direklerinden birine asarak idam ediyor. Çocukların ölümü karşısında ayağa kalkan masumiyet, bir cellatın omuzbaşında geliyor mahalleye. Ve filmin kahramanı, mahalleyi “kötülüğün yönettiği bir masumiyet bölgesiydi” diye tarif ediyor.

Kötülükle masumiyetin birbirine dokunduğunu hatta bazen sarmaş dolaş birbirinin içine geçtiğini anlatan hikayesinin özetini bir cümleyle söylüyor seyircisine.

Ama “içlerinde minik beyaz meleklerin” uçuştuğu insanların karanlık hikayesini asıl anlatan, bize hem masumiyet hem de masumlar hakkında çapraşık yollar açan film, Zeki Demirkubuz’un çektiği, adını da bu beyaz melekçiklere adamış olan Masumiyet filmi bence.

En yakın arkadaşını vurmuş “masum” bir katilin, sevdiği kadını satan “masum” bir pezevenge dönüşünü, ufak mimiklerle büyük bir oyun çıkartan Güven Kıraç’ın da oyunu sayesinde, neredeyse hiç yadırgamadan seyrediyoruz. O katilin masumiyeti hakkında en küçük bir kuşkumuz yok.

Masum o adam.

İçinde küçük beyaz bir meleği var.

İyi kalpli ve yardımsever.

Katil ve pezevenk.

Hiç tanımadığı bir çocuğa ilaç bulabilmek için, hapishaneden çıktığı günün akşamı hastane hastane dolaşıp doktor arayabiliyor. Ama en yakın arkadaşını da, çekip vurabiliyor. Aşkından öldüğü kadını başka erkeklere kendi elleriyle götürebiliyor.

Kaçınılmaz olarak şunu soruyor insan:

-Bunun masum bir adam olduğuna beni inandıran ne?

Dahası:

-Bu adamı gerçekten masum kılan ne?

Masumiyetle kötülüğü, masumla günahkarı içiçe, aynı bedende gördüğümüzde, hiç beklenmedik şekilde beyaz meleğin kötülükten daha parlak görünmesi, kendi varlığıyla her türlü kötülüğü affettirecek bir güce sahip olması mı?

Ama filmdeki tek masum o değil. Marlon Brando gibi, Jack Nicholson gibi, yalnızca göründüğü sahnelerde değil, görünmediği sahnelerde de sürekli kendi varlığını hissettirebilen olağanüstü aktörlerden biri olduğu bu filmde çok açık ortaya çıkan Haluk Bilginer’in oynadığı bir başka masum daha var. Sevdiği kadını satan bir masum. Başka bir erkeğe aşık olduğunu bildiği bir kadına tutularak, babasının kendisine verdiği dükkanlarını, arabalarını satan, ailesinin içini bir serseri oğula sahip olmanın acısıyla dolduran, karısını yalnız başına terkeden ve arkasında bıraktığı acılara hiç aldırmadan sevdiği kadınla şehir şehir dolaşıp, onun orospuluktan kazandığı parayı yiyip, kıskançlık ve kederle kavrulan bir masum.

Bir kadın için bütün günahları işleyip yine de masum kalabilen biri.

Onu masum kılan ne peki? Günahların lekesini bütün hayatında taşırken gene de temiz görünmesini sağlayan o masumiyet ışığının kaynağı nerede gizli?

Aşkın peşinden giderken kendi hayatını yakmayı göze alışındaki cesaret, ve günahlarını, onları hiç inkar etmeye kalkmadan içten bir masumiyetle itiraf edip sırtlamasında mı?

Günahlarının kefaretini itirazsız ödemeye hazır olmasında mı?

Kadına duyduğu aşkın, neler yaşanırsa yaşansın hep aynı berraklıkta, dokunulmamış kalmasında mı?

Ya Derya Alabora’nın, küçücük bir abartmayla düpedüz gülünç olabilecek sahnelerden fevkalade inandırıcı bir gerçeklikle sıyrılabilmeyi başararak oynadığı o orospu?

Gençlik aşkı bir mahkumun peşinden diyar diyar dolaşarak, hapishaneden hapishaneye sürgün giden o serseriye yiyecek ve para taşıyabilmek için bedenini satmasında neden günahın değil de masumiyetin izlerini görüyoruz?

Nasıl oluyor da bu üç günahkar, derin bir günahın içinden masumca geçebiliyorlar?

O küçük beyaz melek omzuna konduğu her günahtan nasıl daha güçlü oluyor, nasıl günahın karanlığını kendi beyazlığıyla aklayabiliyor?

Olağanüstü bir hikayeyle dokunmuş film boyunca hep aynı soru takılıyor insanın aklına, nedir masumiyet?

Günahla ne tür bir ilişkisi var?

Eğer o insanlar o günahları işlemeselerdi, karşısında dirençle durdukları günahlara sahip olmasalardı bu kadar masum gözükebilirler miydi?

Masumiyetlerini günahlarına ve onları taşıma biçimlerine mi borçlular? Masumiyet sanıldığı kadar basit bir şey değil mi acaba?

Herkes tarafından en masum yaratıklar olarak kabul edilen çocukların zaman zaman olağanüstü bir biçimde vahşileştikleri, en büyük günahkarların bazen bir çocuktan bile masum gözükebildikleri bu karmaşık hayatta masumiyet nerede duruyor?

Sanırım masumiyet, günahın bedelini ödeyiş biçiminde ortaya çıkıyor.

Günahı işleyip işlememek değil insanı masum kılan; o günahın bedelini ödememek için kurnazlıklara sapmayı reddeden içtenlikli bir kabul ediş masumiyet, bir günahın bedelini bir hayat ödemeye gösterilen rıza.

Günahı işleyen güçsüzlükle, kefareti ödeyen güçlülüğün yanyana varolması. O küçük beyaz melekleri biz güçlülükle güçsüzlüğün, iyilikle kötülüğün, günahla sevabın içiçe birarada ortaya çıktığı yerlerde görüyoruz en aydınlık biçimde.

Tümden günahsız bir masumda, masumiyet değil yaşanmamış bir hayat var yalnızca.
Yaşayıp günahlar işleyerek masum kalabilmek esas masumiyet. Çünkü o insanlar, bütün masumlardan da bütün günahkarlardan da daha fazla ödüyorlar. Sadece onlar, ödemeye razı olup ödeyenler masum.

Peki ama eğer böyleyse, masumiyetin küçük beyaz melekleri, en çok omzuna kondukları insanlara ödetiyorlarsa, böyle insafsızca ödeten o beyaz melekler masum mu? Masumiyetin kendisi masum sayılabilir mi? Masumiyet de masum değil gibi. Masum olabilmek için, masumiyeti bulabilmek için gene günahın yollarına sapmak gerekiyor galiba.

Öyle anlaşılıyor ki gideceğimiz heryere bizi günah götürüyor.

Masumiyete bile.

Ahmet Altan. Yeni Yüzyıl. 1997.