vioft2nnt8|201049142CC5|zubabi_zd|ContentPage|ContentText|0xfeffef0700000000d501000001000800

xylocaine

xylocaine zombori.de

melatonin tablets and pregnancy

melatonin pregnancy damonpayne.com

viagra prodej brno

viagra diskuze

when will cialis be generic

cialis generic best price website

Sinemanın ‘yalan’cı oğlu

Çok düşük bir bütçeyle 19 günde tamamladığı ilk filmi C Blok’la beş ayrı ödül aldı. Antalya Film Festivali’nin en güçlü adaylarından olan ikinci filmi Masumiyet Venedik Film Festivali’nde gösterildi, yakında Montreal Dünya Film Festivali’nde gösterime giriyor. Masumiyet şu sırada Strasbourg’da. Zeki Demirkubuz. Yeşilçam Sokağı’nı sora sora buldu. Orada bulduklarını hiç beğenmedi. Ama iki güçlü filmle adının yanına “film yönetmeni” yazdırdı. Yalanlardan yola çıkarak başladı sinema yaşamı. Hayatı insanı yoracak kadar dolu bir senaryo. Yaşadıkları sanki “film icabı”. İşçilik, devrimcilik, işkence, cezaevi, açlık grevleri, işportacılık, panayırcılık, imkânsız bir aşk, verem, sanatoryum, başarı, ödüller, ödüller…

İlk filminle bir yığın ödül aldın. İkinci filmin daha da hızlı bir giriş yaptı, uluslararası festivallerde gösterildi. Başarını neye bağlıyorsun?

Başarımın bir yanı bu ülkenin çöle benzemesinden geliyor. Her şey mucize etkisi yapıyor burada. Aslında tüm insanların hayatlarının bir parçası gibi bir yanı var sinemanın… Film serüveniyle hayatın serüveni birbirine paralel gidiyor biliyorsunuz.

Biliyorum da bu neden senin bir anda film yönetmeni olup da başkalarının olamadığını açıklamıyor…

Sinemacının farkı bence bunun özelleşmesi, anılarının parçası olarak başlayan bir ilginin bir süre sonra daha özel bir ifade sorununa dönüşmesi ve aralarında bir bağ kurulması… Beni sinemaya iten unsurlar bence çocukluğum, 12 Eylül sonrası hapishane hayatım ve arabeske duyduğum ilgi, imaje etmeye, dramatize etmeye olan eğilimim… Ama başta sanıyorum çocukluğum…

Nasıl bir çocukluk?

Ben 1964 yılında Eğirdir’in bir dağ köyünde doğdum. Yakavşar diye bir köy… Hangi ayda doğduğumu dört ay öncesine kadar bilmiyordum. Ekin hasadında doğduğum söylenirdi. Geçenlerde annemle babamın bir kavgası sırasında 25 Temmuz’da doğduğum ortaya çıkmış. Aslan burcuymuşum yani. Annem babama yükleniyormuş, “Ne kadar ilgisizsin, çocuklarının doğum tarihini bile bilmiyorsun,” diye, onun üzerine babam söylemiş.

O güne kadar neden söylememiş?

Annem de sormuş bu soruyu. “Hiç sormadın ki bugüne kadar!” demiş babam.

Baban çok ilgisiz miydi gerçekten?

Hem de nasıl. Ben dört kardeşin en büyüğüyüm. Babam bizim ne yaptığımızı ne ettiğimizi hiç bilmezdi. Bir gün ilkokul dörtte okuyan kardeşime “Sen kaçıncı sınıftasın?” diye sormuştu… Böyle komik bir adamdır babam. Bu ilgisizlik benim son derece işime yaradı.

Gözden kaçtın ve baskı görmeden büyüdün.

Tam öyle… Hiçbir zaman aile baskısı görmedim. Demokrat bir ailem olduğu için değil, aksine köy kökenli ve son derece eğitimsiz olduklarından kaynaklanıyordu ilgisizlikleri. Annem, yazık, okuma yazma da bilmezdi, ama arada bir analık duygusuyla üstüme gelir, babamı kışkırtırdı. Babam da beni döverdi. Ciddi dayak atardı babam bana, hortumla filan döverdi. Ama dayak yedikçe ben iyiden iyiye azardım. Haylaz çocuk hakkını alana kadar böyle devam etti. Sonunda peşimi bıraktılar. Zaten çok geçmeden Isparta’da Gönen yatılı okuluna gönderdiler. Köyden ayrıldım.

Köyü fazla hatırlamıyorsun o zaman…

Hayal meyal hatırlıyorum. Dedemi hatırlıyorum. Aşı olduğum günü hatırlıyorum, ağzıma şeker tıkıştırmışlardı aşı olmadan önce. Bir de, böyle köyün resimleri var kafamda, ama başka resimlerle de karıştırıyor olabilirim artık. Babam halı tüccarıydı, Isparta’ya göçtük ailece. Isparta’nın bir kısmı halıcılık, bir kısmı gülcülük yapar, bir kısmı da Demirel’in sunduğu imkânlardan yararlanarak memur olur. Bölge şeflikleri, gardiyanlık, odacılık filan… Babam da Isparta’da bir halı dükkânı açtı, biz yanına geldik. Sinemayı keşfettim ve hayatım kaydı. Normal Ispartalı bir ailenin çocuğu olmaktan çıktım, biraz deli, biraz başına buyruk, asileşme eğilimi gösteren bir çocuk haline gelmeye başladım. Sinemaya gitmeye başladıktan sonra yalanı keşfettim ve müthiş yalan söylemeye başladım.

Ne tür yalanlardı bunlar?

Aklınıza gelebilecek her türlü yalan. Kimse tutamıyordu beni. İlk yalanım çok matraktı. Filiz Akın’la Cüneyt Arkın’ın evli olduğunu söylüyordum. Filiz Akın’a âşıktım. Bir taraftan da onları birbirlerine çok yakıştırıyordum. Sonra yalanlarımı geliştirmeye başladım. İlkokula başladığım dönemlerde babamın dükkânında çıraklık yapmaya başlamıştım. Dükkân beklemek hayatta en nefret ettiğim şeydi… Babamın ve oradaki büyüklerin ellerinin altındaki çocuk olmak iğrençti. Sanıyorum yalanlarım o dünyanın dışında başka dünyalara açılmanın masum ve emniyetli bir yoluydu.

Sonra daha etraflı yalanlar mı söylemeye başladın?

Hem de nasıl… Cüneyt Arkın’a yüklediğim anlamları abarttıkça abartıyordum. Onun gerçekten iyi bir karateci olduğunu, Bizans diye bir ülkenin gerçekten var olduğunu ve Cüneyt Arkın’ın arada bir oraya gidip Bizanslıları öldürüp geri döndüğünü söylüyordum. Arada bir ben de onunla birlikte gidiyordum. Sözde benim bir tüpüm vardı ve ben her gece ,evde herkes uyuduktan sonra o tüpü sırtıma takıyor ve pencereyi açarak uçuyordum. Tabii gittiğim yer Bizans’tı. Bir sürü düşman öldürüp geri dönüyordum ve uyumaya devam ediyordum. Çocuklar beni gözleri büyüyerek dinliyorlardı. Müthiştim.

Kimlerdi bu saf çocuklar?

Genellikle hacıların, hocaların, muhafazakârların olduğu bir şehirdir Isparta. Bunların çocukları vardı ve çocuklara sinema kesinlikle yasaktı. O çocuklara her şey yasaktı. Kuran kursuna giden çocuklardı bunlar. O kapalı dünyaları içinde başka bir şey görmedikleri için, öyle dünyaların varlığını bilmek onları heyecanlandırdığı için ya da belki de sadece hoşlarına gittiği için benim palavralarımı acayip dikkatli dinliyorlardı. Onların heyecanı beni iyice kışkırtıyordu. Ben palavralarımın dozunu arttırdıkça onların da heyecanı artıyordu, böylece birbirini besleyen bir ilişki kurulmuştu aramızda.

Sen rahat gidebiliyor muydun sinemaya?

Çoğu kez param olmuyordu. Bir keresinde, sanırım yedi sekiz yaşlarındaydım, Hayat Bu mu? diye bir film oynuyordu. Filmin ne olduğu önemli değildi, yeter ki içeri gireyim ve bir film seyredeyim. Bir kış akşamıydı, para yok ya, biletçinin uygun bir anını kollayıp içeri dalacağım. Gong sesiyle yaklaşan dakikalarda müthiş bir heyecan başladı. Korku… Girecek miyim, giremeyecek miyim? Acayip kışkırtıcı bir duygudur bu. Biletçi beni tanıdığı için gözünü üstümden ayırmıyor ve parmağıyla “giremezsin” diye işaret ediyor. Tam o sırada bir mucize oldu. Okul kitaplarında iyi aile resimleri vardır ya çok tipik, anne, baba ve beyaz ponponları olan kırmızı pelerinli bir kız çocuğu. Nasıl kar yağıyor, ama donmuşlar.

Onlara mı takılıp girdin?

Yok, asla böyle bir şey yapmazdım. Müthiş gururlu bir çocuktum. Cüneyt Arkın’ın ve Yılmaz Güney’in bütün huylarını almıştım. Kimse etkilemedi beni o kahramanlar kadar ve onlardan aldığım her şeyi hemen dışa vuruyordum. Hep bir “esas oğlan” konumundaydım kendime göre. Aileye takılmak yakışır mıydı bana? Aile geldi ve bana teklifte bulundu. O sıralar halk sinemasının yanında yabancı filmlerin oynadığı bir kültür sarayı açılmıştı ve oraya bizim yaşımızda çocuklar alınmıyordu. Adam belki ailemi tanıyordu, bilmiyorum ve yanıma geldi. “Sinemaya kardeşini de götürür müsün?” diye sordu. Canıma minnet… Adam biletlerimizi aldı ve bana ara olduğu zaman gazoz içmemiz için para verdi, bizi el ele tutuşturdu ve içeri soktu. Yıllar sonra Masumiyet filminde oynattığım kırmızılı küçük kız, aslında o kızdı.

O kadar çok mu etkilenmiştin?

Evet. Çok iyi hatırlıyorum o kızı, pelerinini, ponponlarını… Korkmuştu, bu yüzden elimi sıkı sıkı tutuyordu. Hiç bırakmadı. Ben de onun elini sıkı sıkı tutuyordum, bir taraftan da utanıyordum. İlk defa bir kızın elini tutuyordum. Aslında aynı yaştaydık, ama benim kocaman bir dünyam var ya, kendimi ondan çok büyük görüyordum. Ara olunca buna gazoz aldım. Sessizce içtik. Hiç konuşmadık. Film bitince dışarı çıktık. Ailesinin gittiği film geç bittiği için uzun bir süre öyle sessizce bekledik. Sonra gelip aldılar. O gidişleri… Arkalarından bakmış, ne kadar yalnız, ne kadar gariban olduğumu düşünmüştüm nedense.

Biz paramız olmasına rağmen hep bir yoksulluk içinde yaşardık. Bilmemekten, görmemekten sanırım. O boyalı kalemle çizilmiş ideal aileyi hiç unutmadım. Birlikte seyrettiğimiz Hayat Bu mu? filmini, 25 yıl sonra çektiğim Masumiyet filmimde kullandım. O küçük kıza benzeyen kızı da buldum, hatta sahnelerin çoğunda kırmızı giydirdim. Filmin ismini koyarken bile hep o kızı düşündüm.

Seni sinemaya iten 12 Eylül’e gelelim…

Onun başlangıcı olarak, gittiğim yatılı öğretmen okulunu alıyorum aslında. Ailemle kopuş ve bütün hayatım boyunca sürecek yalnızlığım… İlginç bir okuldu. Sosyalizm bana o okuldaki birinci sınıfımı hatırlatıyor. Her şeyi kendimiz üretiyorduk. Arıcılık, meyvecilik, hayvancılık yapar, dönem sonunda satardık. Her şey paylaşım esasına dayanırdı. Hayatın içinde oluşumuzla, köy çocukları oluşumuzla, aynı kaderi paylaşan insanlar oluşumuzla ilgili, vazgeçebilme, kendinin olanı başkasına verebilme esasına dayalı, net, reel, somut bir solculuğumuz vardı. Zaten solculuğun o günkü anlamını hayatım boyunca o önemde hiçbir zaman bulamadım. Duygusal insanlardık. Sonraları girdiğim gruplar içindeki baskılar, bencillikler yoktu. Liderlerimiz yoktu, ağabeylerimiz vardı.

Neden birinci sınıfı hatırlatıyor? İkinci sınıfta ne oldu?

MC Hükümeti geldi ve her şey değişti. Okulun demokratik yapısı tümden gitti. Okula öğretmen kılığında komandolar geldi. Mescit açıldı ve müthiş terör başladı. Dört numaralı oda diye bir yer çıktı. Orada bildiğimiz işkence yapılıyordu. O odada yatırıldığım falakaya yıllar sonra polis şubesinde yattım, hiçbir farkı yoktu. Dayaktan yüzümüz gözümüz şişerdi, her yanımız kan içinde kalırdı. Toplu namazlar kılınıyordu. Ben birinci sınıftayken darda kaldığımda elini uzatan ağabeyler köşelerde dövülmeye başlandı, okuldan uzaklaştırıldılar. Bu ağabeylere karşı bir sempati başladı bende. Solcu insanlardı bunlar ve eziliyorlardı. Cüneyt Arkın’ın adalet duygusu, hakkı yenen insanın yanında yer alma güdüsüyle ben bu insanların yanında yer almaya karar verdim.

Cüneyt Arkın hâlâ yanında…

Evet, o hep yanımdadır. Hâlâ öyledir.

Kendisiyle tanıştın mı?

Hayır. Ama böyle olması bence çok daha iyi.

Liseyi de o okulda mı okudun?

Liseyi okuyamadım ben. Ortaokulu da bitiremedim. Bu olaylar nedeniyle orta üçte okuldan atıldım. O sıralar babam iflas etmişti. Okuldan atılmadan bir süre önce, bir cuma günü eve geldim, kapıda bir kamyon. Baktım eşyalar yükleniyor. Annem ağlıyor, çocuklar şaşkın. Beni bir komşuya bıraktılar ve o gece kamyonla İstanbul diye bir yere gittiler.

Sana haber vermeden mi gideceklerdi?

Evet, ben tesadüfen öğrendim. Size garip geliyor ama yaşadığımız yerlerde anlaşılır bir yanı var bunun. Oralarda hayat böyle işliyor işte. Okuldan atılınca ben de İstanbul’a ailemin yanına geldim. Okulun verdiği takım elbiseyi, ayakkabılarımı giydim. En temiz halimleydim. Pırıl pırıldım. İstanbul’a sokmayabilirler diye korkuyordum… Hep filmlerde görmüştüm ya. Topkapı’da babam bekliyordu. Otobüsten adımımı attığım anda çamura saplandım ve İstanbul büyüsü böyle bozuldu. Başka bir İstanbul’du bu. Güngören’de oturuyorduk ve çıraklık dönemim başladı. Sinema hayatımdan çıktı. Toplumsal gerçeklerle karşı karşıya kaldım. O dönem gerçeklerle yüzleşme dönemiydi. Okumamıştım, dolayısıyla çalışmak zorundaydım.

Nerede çalışmaya başladın?

Sanayi mahallesinde pres atölyesinde, melamin tabak yapan bir yerde. İşe girdiğim gün yine Cüneyt Arkın çıktı karşıma…

Patronun odasında posteri mi vardı?

Hah, ha. Hayır. Satılmış adında pis bir ustabaşı vardı. Ben çok ufak tefek bir çocuğum. “Gel lan” diye bağırdı bana, “Git şuradan bana bir kap yoğurt al!” Çok gururuma dokundu, “Almam” dedim.

Tabii almayacaksın, koskoca Cüneyt Arkın…

Değil mi ama… Almadım. Adam bana bir çaktı. Ben de elimdeki falçatayı onun dizine soktum ve kaçtım. Sonra işler birbirini izledi. Krom atölyesi, trikotaj atölyesi, işlerim en fazla birkaç gün sürüyordu. Yanlış gördüğüm her şeye tepki duyuyordum. Karşı çıkma noktam ise, inanmayacaksınız ama Cüneyt’in Bizanslılara karşı direnişi… Karşı gelmesi, işkencede bile konuşmaması…

İnşaatlarda çalışan Erzincanlı, Tuncelili amelelerle dost oldum. Çok iyi insanlardı. Yatılı okulda yakaladığım sıcak duyguları yakalamıştım. Onlardan çok küçüktüm ama yanında olmak istediğim insanlar onlardı. Onlarla birlikte devrimci oldum. Ve darbe geldi. İçeri girdiğimde 17 yaşındaydım. Hayatımı hapishaneden önce ve sonra diye ikiye ayırıyorum ben.

Bir de hapishane var. Orada neler yaşadın?

İçerde o arkadaşlarla aynı fikirde değildim, ama ayrı düşünmeme rağmen onların dışında bir kaderi yaşamak istemedim. Doğru bulmadığım pek çok şeye artık katılmamama rağmen açlık grevlerinin tümüne katıldım. Elektrikten filistin askısına kadar her çeşit işkence gördüm o yaşta. Sağlıklı bir çocuktan hastalıklı bir adama dönüştüm. Okumaya orada başladım. İngilizce öğrendim. Öyle ki, çıktıktan sonra İngilizce ders vererek geçindim bir süre. Sinemayla yeniden ilişkiyi orada kurdum.

Ailen nasıl karşılıyordu bu durumu?

Karşılama diye bir şansları yoktu. Onların da adalet duyguları sorgulandı. Okuma yazma bilmeyen annem sosyalizmi bilmeye başladı. Başörtülü bir kadın bize ve kendilerine yapılan muameleyi anladı. Bunu bütün tutuklu aileleri yaşadı. Bizim kaderimizi bizden daha acılı yaşadılar. Türkiye’de devrimci hareketin sorgulanmayan yanıdır bu.

Çıktıktan sonra?

Çok başka bir hayatla karşılaştım. Hiçbir ahlaki kaygısı olmayan, esas duruşta garip bir ülke, korkudan selam vermeyen çocukluk arkadaşlarım… Benim sinemam burada başladı. İfade etme isteğimin ciddi kaynağı yaşadığım yalnızlık duygusuydu. Dışarıdaki hayat içerdekinden çok daha acımasızdı. Babam bir kez daha iflas etmiş, işin kötüsü bu kez kayıplara karışmıştı. Kardeşlerim küçük… İçerden çıkmış bir insanın nazını kullanarak annemin kolundaki son bileziği sattım ve işportacılığa başladım. Semt pazarları, zabıta serüvenleri, kovalamacalar…

Yazmaya ne zaman başladın?

İşportacılık döneminde başladım. Kendimden on yaş büyük, varlıklı, evli bir kadına âşık oldum. Başka bir dünyanın insanıydı. Dostoyevski’yi, Nazım’ı konuşabildiğim insandı o. Dostumdu benim. Sinema konusunda, yazmam konusunda beni kışkırtan o oldu. Baştan biliyordum, imkânsızdı ve gitti. Sağlığım bozuldu, ağır bir verem geçirdim, uzun zaman hastanelerde yattım ve bu arada hep yazdım. Bunlar öykülere, sonra senaryolara dönüşmeye başladı. Pink Floyd’la, Doors’la, rock müziğiyle tanıştım.

İşportacılığa devam mı ediyordun bu arada?

Hayır, daha hafif bir işe geçtim. Panayırlarda kasnak attırıyordum. Çok boş vaktim oldu, sinema üzerine yazılı ne varsa okudum. Dışarıdan lise bitirme sınavlarına girdim, üniversite sınavını kazandım. İletişim Fakültesi… Bu arada öykülerimi okutacak bir yönetmen arıyordum. Sora sora Yeşilçam’ın yerini buldum. Zeki Ökten’le tanıştım. O kadından sonra bana kendimi iyi hissettiren ikinci insandı Ökten. Bana çok yardımcı oldu. Bir filminde baştan sona bulundum. Sonra başka bir filminde. Başka yönetmenlere da yardımcılık yaptım.

Ve sonunda zamanın geldi ve kendi filmini yapmak istedin.

İstedim. Söyleyeceğim o kadar çok şey vardı ki.

Güldal Kızıldemir. Radikal. 14 Eylül 1997.