vioft2nnt8|201049142CC5|zubabi_zd|ContentPage|ContentText|0xfeffee0700000000d501000001000700

flagyl

flagyl link

prednisolon

prednisolon blogs1.welch.jhmi.edu

lamotrigin mylan

lamotrigin ja painonnousu read lamotrigin lithium

Kendime ihanet etmeyeceğim

Son filmi Üçüncü Sayfa seyirciyle buluşurken, yönetmen Zeki Demirkubuz yeni sorularla dönüyor kendine. Evet, o bir yarayı anlatıyor ama bunun bir nesneye dönüşmesine engel olamıyor… Sistem öfkesini de kullanıyor, yarasını da. Neden?
Huzursuz.
Çünkü sinemalarda gösterilen üçüncü filmi Üçüncü Sayfa’da herkes kendi Zeki Demirkubuz’unu yaratıyor…
Huzursuz.
Çünkü şimdi, birileri saat on birde, on dört otuzda, on dokuzda, yirmi bir otuzda koltuklara gömülüp İsa’nın yüzüne kapanan o kapıları izliyor: Bir, iki, üç…
Huzursuz.
Çünkü son kapı da kapandığında –ki bu kapı İsa’yla Meryem’in arasına giren koltukların, televizyonun, büfenin, Sibel ile Can’ın odasının üzerine kapanıyor– dikilen tüylerin, yürek acısının çok geçmeden yatışacağını biliyor.
Huzursuz.
Çünkü yalanla boğulmuş bir toplumda gerçeği yalanla anlatmanın çelişkisini yaşıyor. Kendisine takılan “başarılı yönetmen” yaftasının yansımalarını görüyor. Tıpkı o akşam olduğu gibi: O akşam bir arkadaşının evinde kalıyor Demirkubuz. Karşı daireden gelen sesleri dinliyor. O dairede İstanbul’a sinema okumak için gelen dört genç konuşuyor. Biri film çekilecekse işe doğrudan uzun metrajlıyla başlanması gerektiğini söylüyor, diğeri önce asistanlık yapmayı öneriyor... Konuşma tartışmaya dönüşüyor, sesler yükseliyor. Öğrencilerden birinin ağzından şu sözler dökülüyor: “Görmedin mi Zeki Demirkubuz’u. Herif Masumiyet’le nasıl kopardı işi...” O gece, Zeki Demirkubuz’un Zeki Demirkubuz’la kavgasıyla bitiyor. 
İşte o kavgadan kalanlar:

Kimsiniz?

1964 Isparta doğumluyum. Ortaokulu Gönen Öğretmen Okulu’nda bitirdim. Sonra İstanbul’a taşındık. 1985’e kadar çeşitli işlerde çalıştım. O yıl dışarıdan liseyi bitirip Basın-Yayın’a girdim. Yine aynı yıl yazdığım öyküleri göstermek için ilk defa sinemaya geldim. Zeki Ökten’le tanıştım ve onun Ses filminde senaryonun içeriğine bir parça yardımcı oldum... Üç yıl Ökten’e asistanlık yaptım, sonra başka yönetmenlerle çalıştım. 1994’te de ilk filmimi çekmeye karar verdim.

Anneniz, babanız kim, nasıl bir yapının içinden geliyorsunuz?

Orada özel bir şey yok. Türkiye’deki milyonlarca aile gibi, babam küçük esnaf, annem ev kadını...

Tutuksunuz...

Seksen sonrasında sanatın algısında değişmeler oldu. Oyuncular, yönetmenler yaşamlarıyla da okunmaya başlandı, ama...

Böyle okunmaya itirazınız mı var?

Daha önce birkaç röportajda yaşadıklarımı anlattım. Tuhaf bir hayatım var ve ben bunu safça paylaştım. Fakat bir sürü genç, bir sürü sinema yapmak isteyen insan bunu tam da sistemin diline uygun okudu. Kendimi starlaştırma eğilimlerinin içinde buldum ve bundan çok ağır bir sorumluluk duydum. Bir süredir de filmlerimle seyreden insanların arasından çekilmek gibi bir yükümlülük oluştu. Bir yanlışın farkına varınca onu düzeltmek ihtiyacını da duyuyorsunuz...

Yönetmenin filmleriyle hayata bakış açısı ve yaşadıkları arasında bir bağlantı vardır, ama...

İnsanlar bunu okusunlar, ama filmlerinden çok benimle bağlantı kurmasınlar. Anlattıklarımın bir yaşam öyküsünden çıkıp sistemin dilinde anlamlara dönüşmesi, bana daha kötü ve dramatik geliyor...

Masumiyet’ten sonra yaptığımız röportajdaki halinizden daha gerginsiniz...

Kesinlikle. Hayata böyle kendimi koyup bir kimliği, bir rolü üstlenip bir şeyler yapmaya, ne yaptığını anlamaya çalışan, kötü yaptığını sezgisel olarak kavradığında bunun etkisine giren ve yükünü taşıyan bir insanım. Bu gerginlik biraz da şununla ilgili sanırım, ben film yönetmeni olmayı sevmedim...

Yönetmen olmanın nesini sevmediniz?

Çok basit, ben kendi hayatıma dair itiraflar yapmak, normal bir insan olarak bana verilmeyen ifade hakkımı almak için öykü yazıyor, film çekiyor ve kesinlikle muhalif bir yerde duruyorum. Yani var olan yasalar, toplumsal ahlak ve değerlerle yetinen bir insan olsam, bu kadar çabanın içine girmez, film çekmeye kalkışmazdım. Bu anlamda düzenin, bu sistemin dışında bir şey yaptığımı sanırken, son iki senedir aslında başka düzenin içinde olduğumu görmeye başladım...

Nasıl bir düzen bu?

Bu düzen de benim irademin etkisinin hiç olmadığı, benim yeniden üretilip tüketildiğim bir alan. Bu bende bir korku ve tedirginlik yarattı ve yönetmen olmak, bana utanç vermeye başladı. Bir konuda kendimi ne kadar açık ifade edersem edeyim, bunun bir öneminin olmadığını gördüm. Buradaki tek kriter yaşadığım ilişkiler ve bunun düzene denk düşüp düşmemesi. Orada da ya nefret edildiğimi görüyorum ya da uzlaştığımı, bu da bana hiç insani gelmiyor. Öyle garip bir paradoks ki bu, yönetmen kimliğini taşımak istemiyorum, fakat pratik olarak bunun dışında bir şey mümkün değil. Gerçekte benim yaram ya da anlatmaya çalıştığım şeylerin çok fazla bir önemi yok. Sadece bir ihtiyacın karşılığı olarak algılandığımı hissetmeye başladım...

Hangi ihtiyacı karşıladığınızı düşünüyorsunuz?

Her şey bir düzen duygusu içinde olup bitiyor...

Bu düzenin içinde nerede hapis olduğunuzu, nereye sokulduğunuzu düşünüyorsunuz?

Bunu sadece bana ait olmayan bir yere endekslemek çok doğru değil. Benimle de çok ilgili bir yanı var, çünkü ben de bu ülkenin hayat bilgisini kullanan, bu hayat bilgisinin içinde biçimlenmiş bir insanım. Sorularım da burada; bu hayat bilgisiyle sezgilerim, kalbimin söyledikleri çatışmaya başladı. Bu ne kadar benim, bu ne kadar ideallerime uygun bunun çatışmasını yaşıyorum. Yaptıklarımın anlamına dair bir şüphe taşıyorum ve kendi içimde sinemanın ne kadar değerli olup olmadığını sorguluyorum… Çünkü yaşadığım ve gördüğüm şeyler bana ait değilmiş gibi geliyor…

İdeallerden söz ettiniz, nedir sizin idealiniz?

İdeal derken bir ütopyadan söz etmiyorum, basitçe benim hissettiğim şeyler. İyinin iyi, kötünün kötü oluşuna dair bir şeyler vardır ve bunlar bize öğretilmiştir, dürüst olmak, yalan söylememek, iyi bir insan olmak… Bu aynı zamanda insanların bir arada yaşamasını sağlayan bir hukuktur. Kendi hayatımın bunlarla çelişmesi beni sinemaya kadar getirdi. Sinemaya böyle bir anlam yükledim, farklı, muhalif, özel bir dil… Ancak sinema ortamında, o verili ortamda kurduğum ilişkiler, medya, festivaller, kaçtığım alanlardan farklı değildi. Farklı bir düzende, ama demagojinin, yalanın, riyanın daha fazla olduğu bir ortamda buldum kendimi.

Hem ortamı görmek hem de ortamda film yapmak…

Önceleri bu çelişki yüzünden derin bir öfke duyuyordum, şimdi öfke bile duyamıyorum…

Öfkenizin de sistem tarafından kullanıldığını mı fark ettiniz?

Tabii ki, böyle bir yanı var. Biçilmiş bu rolü görmezlikten gelemediğim, yönetmen rolünü bu kuşkularla, bu sorularla yaşayamadığım için de böyle bir çatışma yaşıyorum. Üstelik sadece Türkiye’den söz etmiyorum. Yurtdışında katıldığım festivallerden gördüğüm kadarıyla da hiçbir değer yok. Bunu böyle ifade ettiğiniz zaman da büyük bir düşmanlıkla karşılaşıyorsunuz…

Bu düşmanlık neyle besleniyor?

Çok basit bir şey var, pratik olarak hepimizin bir düzene ihtiyacı var çünkü düzen, özellikle de iç düzenden söz ediyorum, insanları rahatlatır, onları korkularına karşı korur. Bu düzene saldırılması, herkesin ak dediğine kara denmesi düşmanlığa sebep olur. Mücadeleden kaçan, güçsüz bir insan değilim ama kötü hissetmeye, bir sürü şeyden utanmaya başladım.

Neler utandırıyor sizi?

Örneğin başarılı bir yönetmen olmak artık beni çok utandırıyor.

Neden?

Ben feragati, insanın sistemin verdiği ve karşılığı olan her şeyden bilerek, isteyerek vazgeçip kendi içini duyması gereken sadakati anlatmak için Masumiyet’i, toplumsal kavramlarla, hukukla, sosyolojiyle, medyayla tarif edilmeye çalışılan ama bana kendini inandıramayan insanı anlatmak için de Üçüncü Sayfa’yı çektim, bunların hepsi bir anlamı paylaşma isteğidir. Ama sinemanın bugün sahip olduğu yer, sistemin ekonomik ve ideolojik olgularından beslenmesi, sistemin bir nesnesine dönüştürülmesi, anlama dair hiçbir karşılık bulamamanıza yol açıyor.

Karşılık bulmaktan neyi kastediyorsunuz?

Siz bir yarayı, telaffuz edilmeyen, edilemeyen bir şeyi anlatıyor, onun anlamını paylaşmaya çalışıyorsunuz, kısacası bir gül uzatıyorsunuz insanlara, fakat bu asla böyle algılanmıyor. O, medyanın bir nesnesi haline ya da filmi izleyen insanların, şu ya da bu şekilde, asıl içerikten yoksun bir şekilde etkilendikleri bir değere dönüşüyor. Bir festivale katıldığınızda da insani değerlerinizle değil, bir yönetmen üst kimliğiyle algılanıyorsunuz ve bütün bu sistemin sürmesi için oluşturulmuş kurallara uymanız isteniyor, bu da benim değerlerime ters düşüyor…

Anlamdan uzaklaşma, karşılık bulamama… Seyirciden mi, sinemanın üretim koşullarından mı kaynaklanıyor?

Sonunda seyirci de bunun bir parçası ama onu öne çıkarmak istemiyorum. Tabii ki istisnaları var, ama bu sonuçta sinemanın yapım şekli, oyuncusu, ilişkiye girmek zorunda kaldığım teknik ekip de etkili. Özellikle de filmin ortaya çıkma aşamasında, o öyküyü çekme isteğime, onca çileye neden olan anlamı göremiyorum…

Neden bu kadar işkence çektiriyorsunuz kendinize?

Yok, bütün bunları büyük bir huzur içinde söylüyorum. Bir yönetmen rolünü oynayıp da sıkıntının başka yerlerde pırtlamasına engel olamamak daha kötü bence. Bu söylediklerim umutsuzlukla kodlanıyor, ben umutsuzsam bu toplum bitmiş demektir. Buna rağmen ara vermeden film çekiyorum… Bu asla umutsuzluk, kendine işkence çektirmek değil. Mutsuzluğumuzun kaynağı da zaten görünenlerle ilgilenip bu sorgulamayı ertelememiz değil mi?

Çizdiğiniz portreyle şimdi bu sözleriniz örtüşmüyor…

Böyle bir portre çizmeme rağmen hayattan ve gerçekten gelecek hiçbir şeyden korkmuyorum. Bence göze alamayan ya da garanti arayan insan korkar. Böyle bir isteğim olsaydı bunları konuşmazdık ya da bu üslubumla film yapmaya kalkışmazdım. Aslında bütün bunların özeti, sinemayı sevmedim ben…

Ama anlatmak istediğiniz bir şeyler var…

Bununla ilgisi yok. Bu şudur, bir değeriniz, size ait özel bir şey vardır, onu paylaşmak, onun görülmesini istersiniz ve onu alıp bir yere koyarsınız fakat koyduğunuz yeri beğenmezsiniz… Bu, sanırım bu kadar basit… Dosdoğru söylüyorum, ben sinemayı sevmedim.

Kendinizi ifade etmek için yeni bir yol mu arayacaksınız?

Sinemanın bir yol, bir araç olduğunu söylemek sinemaya yapılmış çok büyük bir haksızlık. Bu Bergman’a, Tarkovski’ye, Yılmaz Güney’e ihanet olur. Asla böyle bir şey değil, sanırım derin bir inançla derin bir inançsızlığı bir arada yaşamak kolay değil. Röportaj yapmak biraz kesinlikli şeyler anlamına gelir ama bu çelişki kesin şeyler söylemekten alıkoyuyor beni, ama hissettiğim şeyler gerçekten bunlar, bunları göz ardı edemem, bunlara ihanet edemem…

Öyküler, ardından filmler bu çatışmalardan mı besleniyor?

Öyküler belirgin şeylerden çok, karmaşadan çıkıyor. Bir sürü karmaşık şeyin zaman içinde anlaşılır hale gelmesiyle ilgili… Belki Üçüncü Sayfa da öyledir. Yaşamıma dair küçük olayların, gözlemlerimin zaman içinde bir araya gelmesinden oluşan bir öykü…

Neden “Üçüncü Sayfa”?

Asla bir gazetenin üçüncü sayfa haberi değil, benim bakışımla var olan bakış arasındaki çelişkiyi ortaya çıkarmak amacıyla yapılmış basit bir ironi. Bir tarif değil bir ironi, o kadar…

Bir üçüncü sayfa haberi olarak algılanmasının bir zararı var mı?

Var, çünkü üçüncü sayfa haberlerinin toplumumuzdaki algısı, o haberin taşıdığı acıyla, yarayla herhangi bir ilişki kurmak değil. Bu haberlere “Memlekette neler oluyor yahu” diye bakılıyor ve bu, bana göre iğrenç bir algılama… Bu, bütün bir toplumun hiçbir şeyi üstlenmemesinin, hiçbir şeyin yarasıyla, acısıyla karşı karşıya gelmemesinin, yüzleşmemesinin, dolayısıyla sorumluluklarından kaçmasının manipüle edilmesinin yöntemidir… Bu yüzden de filmimin üçüncü sayfa olgusu içinde değerlendirilmesine karşı çıkıyorum. Benimle hayat ya da insanlar arasındaki yabancılığın nedeni de bu, inatla o tarif edilmiş, verili hale getirilmiş dile ikinci bir dil oluşturma isteği, bu dili kimseyle konuşamamanın çatışmasının sonucu belki de…

“Üçüncü Sayfa”sı tırnak içine alınmış olsa da filmin ismi bir “Üçüncü Sayfa” haberi ama…

Bir filmin ismi çok belirleyicidir. Hele de doksanlarda, her şeyin kodlarla, başlıklarla algılandığı bir dönemde… Didaktik handikaplar taşıyan isimlere yabancı durmak gibi bir bakışım da var. “Üçüncü Sayfa” uzak duran bir bakıştır, öyküyle kurduğum mesafeyi anlatır.

İsmiyle kodlamalara uzak duran filminiz neye ya da kime yakın?

Öykünün anlamı şuradaydı; basitçe, hiç eğip bükmeden söylüyorum bunu; son yıllarda daha net gördüğüm şu: Bütün tarih boyunca toplum bireye ihanet etmiştir. Özellikle de seksenler ve doksanlar Türkiye’sinde saf insana ihanet edilmiştir, buna koca bir toplum bilerek, isteyerek, yani şuurlu bir biçimde katılmıştır. Ben çok basitçe bunu anlatmaya çalıştım.Burada şu itirafı da yapmam gerekiyor: Bir film çekmenin değeri buradaysa, değersizliği de bunu bir film olarak anlatmak zorunda kalmaktır…

Nasıl?

Ben elli dolar yüzünden dövülen, sonuçta intihar etmek zorunda kalan bir çocuğu; televizyondan öğrendiği polisin siyasi insanlar için kullandığı kaybetme yöntemini kendi çıkışı için kullanacak kadar sıkıştırılmış bir kızı anlatmak üzere yola çıkıyorum. Bu suçluluk duygusunu, yaşadığımız hayatın böyle oluşuna dair utancı paylaşmak istiyorum, ama bir anlamda da istemeden de olsa, mecburiyetten de olsa bütün bu yaşananlara ihanet edip bunu bir film formunda, yani yeniden üretilmiş biçimde ortaya döküyorum. Bu ikisini bir arada düşündüğünüz zaman vicdanınız, ahlakınız sizi bir sıkışmanın ortasında bırakıyor. Bunu, duyduğum sorumluluğun ifadesi olarak söylüyorum. Başarısızlık pahasına, kamera kullanımımın, müzikten uzak duruşumun, verisiz oyuncu seçişimin, hikâyeye çıplak bir gerçeklik duygusuyla ulaşma çabamın nedeni de bu.

Ama bu yine de rahatlatmıyor sizi…

Kesinlikle rahatlatmıyor. Bu utançtan, bu suçluluk duygusundan onlarca yıl sonra kurtulacağımı, yaşadıklarımın bugünün problemi olduğunu düşünüyorum. Ben bir öyküyü anlatırken bunun bana popüler bir kimlik olarak dönmesinin ve önüme birtakım şeyler sunmasının yarattığı sıkıntıyı, çelişkiyi üstlenmeye çalışıyorum.

Hikâyeye çıplak bir gerçeklikle ulaşabildiniz mi peki?

Bu hikâyeyi gözledim, hissetmeye çalıştım, üzerinde çok düşündüm, emek verdim. O kadar keskin değil, ama kendi hayatımdan da izler taşıyor, yani bir anlamda bana yabancı değil. Hiçbir zaman da yabancı olmadı, hâlâ sınırlarında geziyorum, ama bu gerçekliği anlamak hiçbir zaman mümkün değil. Sinema bu konuda çok aciz kalan bir alan. Yapılan da bok çukurunun içine girmek değil, sadece onu koklamak, onu koklamaya çalışmak. Bütün yapabildiğimin bu olduğunu itiraf etmem gerekiyor.

Filmleriniz birbirini izliyor, Masumiyet ve Üçüncü Sayfa’nın açılış sahneleri, mekânlar…

Evet, birkaç parça değişse de mekânlar aynı. Sonuçta bunlar benim içimden çıkan filmlerse, ben kişilik olarak, duygu olarak bir bütünsem böyle olması çok doğal. Bu geçmişe sadakat olarak da algılanabilir. Hayat son yaşadığımız günün, yeni ve başka bir kişilik ifade etmesi anlamına gelmez, son günümüz bir önceki günümüzün devamıdır. Bunların toplamı da bizim anlamımızdır. Bu yüzden bu izlemelerin olmasına özellikle dikkat ediyorum.

Masumiyet C Blok’u izliyor muydu?

Farklı bir bakış açısından izliyordu. C Blok öyküsüz bir dünyanın insanları, Masumiyet ise çok öykülü dünyanın insanlarını anlatıyordu, bu anlamda birbirleriyle çelişecek bir bağları vardı…

Filmlerinizde kahramanlarınızla hep bir iktidarın karşısında tanışıyoruz…

Evet, C Blok’un ilk sahnesi cinsel bir iktidarın, Masumiyet’in ilk sahnesi bir devlet iktidarının, Üçüncü Sayfa’nın ilk sahnesi ise bir sivil iktidarın, bir çete iktidarının önünde başlar. Bunlar çok kurgusal değil ama düşündüğüm zaman bana heyecan veren şeyler. Hayattan da sinemadan da şikâyetim, spesifikleşmemiş ve kritersiz oluşudur. Bunun eleştirisini de daha spesifik, daha kriterli, yani tutarlılık içinde davranarak yapmaya çalışıyorum.

Ev sahibinin masum yüzlü oğlunun ihanetini filmin sonuna bırakarak seyirciye kazık atıyorsunuz…

Bence o kazığı ben değil klişeler attı insanlara. Bugüne kadarki sinema, roman, öykü verileri, özellikle modern dönemdeki polisiyeden beslenen hikâyecilik bunun üzerine kuruludur. İnsanları derinlemesine, ruhuyla anlamak dururken kategorileştirerek anlama çabası benim sorunum değil. Benim için insan çelişkileriyle, zaaflarıyla insandır; iyiliklerinden, kötülüklerinden çok bunların kaynaklarıyla ilgilenmeye çalışıyorum. Dostoyevski’yi bu kadar sık referans göstermemin nedeni de bu.

Ev sahibinin oğlu filmin başında öyle masum, öyle her şeyden ilgisiz ki, ona neyin yükleneceği başlı başına bir merak uyandırıyor…

O çocuğu başkahraman olarak öne alsaydık eminim o çocuğa karşı hiç böyle şeyler duymayacaktık ya da Meryem’i biraz daha İsa’nın yanına çekseydik, belki de onun hikâyesini anlatacaktık. Filmde biraz polisiye unsurların olması da aslında bu eleştirimin, suçlamamın bir sonucu. Aynı saptamayı koca için de yapabilirim, koca ilk algıda kötü bir adam, ama ben onu ön plana, diğer insanları arka plana alsaydım koca da yakınlık kurabileceğimiz bir insan olacaktı. Seyircinin yazmaya çalıştığım karakterleri ve öyküyü derinlemesine, gerçeklik duygusu içinde algılamasını istediğim için, bu kaba iyi ve kötü ayrımlarından uzak durmaya çalışıyorum.

Neden polisiye?

Aslında gerçeği anlattığınız zaman en büyük polisiyeyi kurmuş oluyorsunuz. Claude Chabrol’un son filminde bir paragraf vardır, “Bir ülkede, bir toplumda herkes yalan söylüyorsa, o toplumda artık yalan yoktur,” der. Şimdi bir ülke düşünün, toplumumuzu düşünün, bütün meselelerini filmlerin, medyanın, o düzenin oluşturduğu hayat bilgisi aracılığıyla anlatmaya çalışıyor. Katil kim, şu kim diye sorulurken, yani beş K kuralıyla hayat çözülmeye çalışılırken siz ortaya en basitinden de olsa bir gerçeği koyduğunuzda, ortaya hiç bilinmedik, şaşırtıcı bir polisiye durum çıkıyor. Bu benim değil insanların örgütlediği bir şey, ben bunu ironik bir durum olarak değerlendiriyorum.

Üçüncü Sayfa’da ironik durum nerede ortaya çıkıyor?

Daha filmin ortasında çocuğun bir katil olduğunu unutturduğumu düşünüyorum, film bittiği zaman kimse bu adamı yasalarla yargılamaya kalkmıyor. Bu adam bir cinayet işledi demiyor, sadece iyi bir insanın kendini öldürmesinin acısıyla yüzleşiyor…

Ve seyirci, o verili hayat bilgisinden sınıfta kalıyor…

Tabii ki bunları toplumun hayat bilgisiyle alay etmek için, onlara karşı büyük bir öfke duyduğumu, bu toplumsal hayat bilgisini çok değersiz bulduğumu ifade etmek için yaptım. Toplumsal hayat bilgisi derken, insanların yüzlerce yıldır, bunca kötü koşullara rağmen birlikte yaşayabilmelerini sağlayan değerlerden söz etmiyorum. Kapitalist anlamda oluşmuş, son yıllarda da giderek büyüyen hayat bilgisinden, oradaki yalandan söz ediyorum…

Artık bu ülkenin yalana ihtiyacı yok diyorsunuz…

Yok, çünkü yalan gerçeğin yerinde…

Bu noktada sizin yükümlülüğünüz ne?

Bir film çekerken adapte olmam gereken bir yapı var ve bu adapte olmanın kriterleri benim kriterlerim değil. İçinde bulunduğum bu yapıyı tartışmak benim onurumla ilgili. Bu sadece sinemaya ait bir durum da değil, sinemanın bütün bunların içinde zayıf, en kolay bölüm olduğunu düşünüyorum. Bununla yüzleşmek de benim yükümlülüğüm. Tıpkı filmdeki gibi, hukuk İsa için der ki, “Bu çocuk bir katil, nasıl ona karşı bir vicdan, acıma duygusu duyabilirsiniz?” Medya, “Figüran, ‘hayat bana başrolü vermedi’ diye kendini öldürdü,” der. Toplum belki de fark etmez bile… Bunlar da birer hayat bilgisidir ve bugün bu hayatı yaşamadaki tek referansımız budur, başka hiçbir referansımız yok…

Siz…

Bu hayat bilgisinin karşısında benim yükümlülüğüm ne, benim insan olma, bir akla, bir kalbe sahip olmamın özgünlüğü nerede, ben bunu anlamaya çalışıyorum. Tarkovski’nin her kitabını okuduğumda, her filmini seyrettiğimde önce bir utanç, sonra da yükümlülük duygusuna kapılıyorum. Adam, “Sinema ideale duyulan özlemdir” diyor. Bunu herhangi röportajın ya da bir kitabın ilginç bir cümlesi olarak da okuyabilirsiniz, büyük bir anlam vahası olarak da… Sol omzumda bunları taşımak, sağ omzumda da sinemanın bugünkü verili yüklerini taşımak beni incitiyor.

Ne istiyorsunuz?

Söylediklerimden ilk okumada umutsuz, kişilik sorunları yaşayan bir insan portresi de çıkabilir, bunu da üstlenirim ama bütün bunlar bir huzur arama isteği, çünkü huzursuzum, gerçekten huzursuzum. Çünkü sinema yalanının bir parçası olmak, ilkelerimi sinema gibi bir şeye feda etmek istemiyorum. Çünkü ben önce bir insanım, ilkelerim ilkokulda da, öğretmen okulunda da, polis şubesinde de, hapiste de vardı. İlkelerim sinemaya endeksli değil ve onlara adaletsiz davranmak istemiyorum… Büyük bir sadakatle kendime bağlı olduğumu düşünüyorum. Sadakatim sisteme uymuyorsa, bu yüzden acı çekiyorsam bence bunda bir problem yok. Ne mutlu ki ben film çekme, kendini ifade etme hakkına sahip olmuş az insandan biriyim, yaptığım sadece bunun sorumluluğunu yerine getirmek…

Berat Günçıkan. Cumhuriyet Dergi. 14 Kasım 1999.