vioft2nnt8|201049142CC5|zubabi_zd|ContentPage|ContentText|0xfeffed0700000000d501000001000600

buy naltrexone online

buy low dose naltrexone canada

mobic

mobic recursosred.es

duloxetine buy

buy duloxetine uk froggie.boloto.net

viagra prodej inzerce

viagra prodej inzerce read here

albuterol or clenbuterol

rescue inhaler spacer open

Temel sorunumuz ahlâk

Filmi Üçüncü Sayfa dört ödül götürdü. Antalya’da en iyi 3. film, en iyi kadın oyuncu, en iyi senaryo, en iyi görüntü yönetmeni. Ne ki, ödülünü ağzında çikletle alması eleştirilere neden oldu. Oscar’ın şıklığı, Portakal’ın “laubaliliği” arasında kıyas yapıldı. Hatırladığım kadarıyla “Hayat Güzeldir” filmiyle kalpleri fetheden (smokinli) Roberto Benigni ödül töreninde adı telaffuz edilince koltuğunun arkasına sıçramış, sahneye tavşan gibi zıplaya zıplaya çıkmış, Sophia Loren’in göğüsleri arasına keskin dalış yapmıştı. Ya sahneye böyle çıksaydı Zeki Demirkubuz, “müstehcen soytarı” diye mi adlandıracaktık onu? Ben gene de kendisine sordum. Şu yanıtı verdi: “Bunu saygısızlık olarak alanlar olabilir. Böyle bir amacım yoktu. Hakaret eder gibi çiklet çiğnediğimi düşünmüyorum. Heyecandan unutmuş, belki önemsememişimdir. Benim çikletime, öbürünün kotuna karışan; bundan toplumsal disiplin adına anlam çıkartanların samimiyetine inansam, çıkıp özür de dilerim. Ama kimse toplum adına bunu yapmaya kalkışmasın. Ortada bir devlet, polis, ahlak zabıtası var. Toplumun disiplin polisliğini yapmaya kalkışanların, içlerinde böyle bir mesele taşıdıklarına inanmıyorum…”

Masumiyet ve Üçüncü Sayfa, aynı sahneyle başlıyor. Açılan bir kapıdan süzülen film kahramanı, önünde otoriteyi simgeleyen bir masa. Üzerinde bayrak. Özel anlamı var mı bunun?

Geçmişimle ilgili bir şey bu.

Otorite karşısında sorgulanan biri mi oldunuz hep?

Çocukluğumdan beri anımsadığım bir şey bu. İki yıldan fazla hapishanede kaldım. Yatılılık yılları falan. Bunların bende oluşturduğu bir bakış var. Devletle otoriteyi temsil eden her şeyle aramda bir mesafe, bir çelişki, öfkeye dair bir uzaklık bulundurma arayışı ve bunun getirdiği yabancılaşma var.

Sizin içinize sokulan bir suçluluk duygusu mu bu aynı zamanda?

Hayır. Tam tersi. Hep masum olduğumu düşünmüşümdür. Suçluluk duygusu taşıyan biriyim ama bu açıdan değil. Toplumsal açıdan, başka insanların çektikleri yüzünden oluşan bir duygu benim için suçluluk. Bir de yönetmenliğe başladığımdan bu yana yaşıyorum bu duyguyu. Anlamın peşinden gittikçe, saf anlamda kendimi ifade etmeye çalıştıkça; sinema ve yönetmenlik bir üst kimlik olarak bana dayatılıyor ve gündelik hayattaki ilişkilerime sızıyor. Her şey bir role indirgeniyor. Bu insan ilişkileri içindeki inceliklerin yok edilmesine yol açıyor.

Nedir temel meseleniz? Otoriteyi sorgulamak mı?

Aslında otoritede sorgulanacak bir şey kalmadı benim için. Çünkü güce, iktidara ve otoriteye ait her şeyin insanca olmadığını, alçakça olduğunu düşünüyorum. Bu bende yalnız öfke, uzaklaşıp, bozma isteği yaratıyor.

Neden kaldınız cezaevinde?

Meşru neden “devrimci örgüt” üyesi olmaktı. 12 Eylül döneminde 17 yaşındaydım.

Bu mu sizi sürekli “suç ve masumiyet” arasındaki ince çizgiyi sorgulamaya iten neden? Masumiyet ve Üçüncü Sayfa; öyküleri farklı olsa da aynı temaları işliyor: Değerler, beklentiler, hayallerin yitirilmesi, tutunamayanların, sıkışmışların dünyası ve şiddet…

Öyle ama bunlar çok özel temalar değil. İnsanlığın da çok fazla teması yok aslında. Altı üstü üç-beş tema ya da duygu üzerinde şekillenen bir yaratık insan. Sadece öyküler farklılaşabiliyor. Aşk aynı aşk, kıskançlık aynı kıskançlık, ihtiras aynı ihtiras…

Her yönetmen aşkı farklı yorumlayabilir. Sizde cinsellikte bir şiddet öğesi, umarsız aşk peşinden sürükleniş var. Bir de ana çiftin dramına ortak olan üçüncü şahıs, üçüncü gözle anlatılıyor aşk. Aşkta bile yabancılaşma var.

Bunu kendim icat etmedim. İnsanlığın geleneğinden, gözlemlerinden, öykülerinden etkilenerek aldım. Meseleye böyle bakmama sebep olan gözlemlerim ve başta Dostoyevski’dir. Ön plana alıp anlamaya çalıştığım şey –kendi sevgilim olsun, diğer insanlar olsun– konuştuklarımız değil; konuşamadıklarımız ya da yaşadıklarımız değil, yaşayamadıklarımız. Gerçeklik olarak, hayat bilgisi olarak bize öğretilen hiçbir şey yok hayatlarımızda.

Yani?

Yani şu, hep ben annemden, toplumdan, devletten herkesten çocukluğumdan beri yalan söylememeyi, namuslu, iyi insan olmayı, kötülük yapmamayı öğrendim. Ama reel durum bunların tersi. İdeal olanla gerçek arasında bir bölünmüşlük var. İlk sorgulama noktam bu. Bunu gördüğüm anda, gündelik hayattan, sokaktan, meydandan, yaşananlardan ruhumuza uzanan bir labirent buluyorum. O labirenti anlama ve anlatma derdindeyim. Anlatırken de anlamaya çalışıyorum.

Dostoyevski’de nedir sizi etkileyen?

İnsanlığın şekillendiği dört temel duygu var benim için: Aşk, itiraf, utanç ve merhamet. Merhameti hapishane döneminde okuduğum Balzac’la keşfettim. Anlamını Dostoyevski’de buldum. İyiliğe ihtiyaç hissettiğim zamanlar dönüp dönüp Budala’yı okurum. (Masumiyet’in karakteri) Yusuf ile (Üçüncü Sayfa’nın başkarakteri) İsa; iki yenik peygamberin adıdır ve “Mişkin”den çok şey taşırlar. Dostoyevski ve kahramanlarıyla bir ruh kardeşliği hissediyorum. Onun provokatif kişiliği bana yakın geliyor.

Eğitiminiz nedir?

Liseyi dışardan tamamladım. Basın Yayın’ı bitirdim.

Gerçek eğitimi cezaevinde aldınız…

Kendiliğinden oluşan bir durumdu bu. Koşullar ve zamanla kurduğum bağ yüzünden okumaya başladım. Ondan önce ailem ve geldiğim dünyada kitapla ilişkim yoktu. Goriot Baba’yı cezaevinde okudum. Goriot Baba üzerimde derin iz bırakmış, insanlara farklı bakmamı sağlamış kitaplardan biridir. Değişik kitaplar okuma şansımız yoktu içerde. Orada bile bir iç düzenimiz vardı. Okunacak ve okunmayacak kitaplar -cezaevinin getirdiği kısıtlamalar dışında kendi içimizde ürettiğimiz o popüler içerik yüzünden belliydi.

Dışardan dayatılan yasakların yanı sıra kendi ürettiğiniz yasaklar mı vardı?

Evet. Dostoyevski revaçta değildi. Suç ve Ceza’yı Orhan Hançerlioğlu’nun Düşünce Tarihi kitabındaki bir incelemeden okudum ilk. Çok ilgimi çekti. Bir sürü soruma cevap veriyordu. Suç kavramının yasal ya da toplumsal değil, vicdani bir kavram olduğunu onunla keşfettim. Suçlu değildim. Bir suçum yoktu. Buna rağmen (Suç ve Ceza’da) eylem yapmış bir adamın sonra suçluluk hissedip, kendini ihbar etmesi ve bunu devlet, polis, yasalardan beklediği bir adaletle değil; kendine özgü adalet kavramıyla çıkartması bana şaşırtıcı gelmişti. Sonya ile ilişkisi ideal aşktı. Masumiyet’teki aşk, Sonya’nın Raskolnikov’a duyduğu aşkın tersine çevrilmiş biçimdir. Uğur’un Zagor’a; Bekir’in (Uğur’a) duyduğu aşkı çağrıştırır.

Entellektüel birikiminizi 12 Eylül’e borçlusunuz. İngilizce’yi de cezaevinde öğrenmişsiniz…

Bir çelişki yok burada. İnsanlığın geleneği bunun üzerine dayanır. Çünkü baskı harekete geçirir insanı. Eyleme sevk eder, düşünceyi kamçılar, anladıklarımız buradan başlar. Bazı şeyleri sorun ederseniz yöntem bulursunuz. Kitaplarımıza el konuluyordu. Aylarca tek kağıt parçası, tek kalem olmadan dımdızlak çıplak betonda yaşadığımızı hatırlıyorum. Bizim yaşadığımız dönemler daha garip ve sertti.

O yıllara göre bugün çünkü basın daha şeffaf…

Kapıların en sıkı kapalı olduğu zamanlarla, en açık olduğu zamanlar arasında bir bilgi farkı yok. Bu ülkede herkes her zaman ne olduğunu çok iyi biliyordu. Meselemiz demokrasi, şeffaflık, cunta, şu bu değil. Mesele ahlaki. Bunu devletten çok topluma söylüyorum. Devlet tutarlı.

İnsanlar bile bile başlarını öte yana çevirdiler mi demek istiyorsunuz?

Bunun korku gibi somut sebepleri var. Ama bir gösteri toplumu Türkiye. Daha önce insan olarak böyleydi. Şimdi düzen ve gündelik yaşam olarak bu hale geldi. Meselenin “basın o zaman göstermiyordu şimdi gösteriyor” şeklinde ele alınması beni incitiyor. Açıklanıyor da ne oluyor? Avrupa, insan hakları demagojileri yapılırken polis insanların kafasını gözünü dağıtmıyor mu? Çat kapı infaz yapılmıyor mu? Arkasından “suçsuz insanı niye öldürelim” denmiyor mu? Bunlarla yüzleşmek demokrasi, Anayasa meselesi değil. Bu ahlaki ve vicdani bir sorun. Bu ahlaksızlığa hepimiz batmış durumdayız. Kurtuluşun yolu suçlu olduğumuzu itiraftan geçer.

Filmlerinizde arka planda TV’ye kilitlenmiş bir Türkiye var. TV’ye ışınlanmış herkes. Bununla bir gösteri toplumunu mu vurgulamak istiyorsunuz?

Gerçekle yüzleşmenin, komşuna acımanın, fedakârlık etmenin bedeli var çünkü. İnsanlar oysa -ahlaksızlığın altını bu kadar sık çizmemin nedeni de bu- risksiz yaşamak istiyor. Meselelerin sulandırılarak anlatıldığı bir ortamı yaşamak çok kolay. Değerli bir toplum olmanın sırrı ise yüklenmekte. O kadar korkulacak bir şey değil yüklenmek. Dünyalık şeyleri mi, ahiretlik şeyleri mi önemsiyorsunuz? Bunu koymak gerekiyor sadece. Bunları bilmek, öfke duymamı engellemiyor. TV’ye kilitlenen gözler, öfkenin ifadesi.

Tüm filmlerinizde Yılmaz Güney’e gönderme var. Nedir Güney’in yeri?

Birkaç anlamı var Güney’in. Biri çelişki, biri reddediş. Bugün bunlar çok daha anlamlı. Söylenen sözlerin ötesinde çok insanın ciddi şekilde Yılmaz Güney’den nefret ettiğini düşünüyorum.

Farklı bir duruşun mümkün olduğunu gösterdiği için mi?

Evet çünkü bunu yapamayanlarda eziklik uyandırıyor. Güney’in en sevdiğim yanı da insanlar üzerinde derin gözlemler yapabilmesi ve saf hayat bilgisinin gücü. Bununla gündelik yaşamdan ruhumuza giden labirentte daha fazla yol kat edebilmek ve ileriyi görme erdeminden bahsediyorum. Yol filminden iki sahne hatırlayın: Karısı tarafından aldatılan o koca adamın diş ağrısı karşısında duyduğu acizlik ve sonra trende Halil Ergün’le karşılaştıkları zaman, “Mektubun sadece şurasını oku. İnsan aklıyla dövüşür mü? Ben aklımla dövüşüyorum!” demesi. Saf hayat bilgisi budur. Çok star gelip geçti. Halk hepsine taptı ama Güney’le kurdukları ilişkide ifade edilemeyen özel bir bağ olduğunu düşünüyorum. Bu ayrıca beni çok etkiliyor.

Nilgün Cerrahoğlu. Milliyet. 10 Ekim 1999.