vioft2nnt8|201049142CC5|zubabi_zd|ContentPage|ContentText|0xfeffe90700000000d501000001000100

amoxicillin cost without insurance

amoxicillin prescription no insurance

vibramycin

vibramycin

abortion pill over the counter in usa

abortion pill usa legal blog.pragmos.it

cialis originale

cialis generico 5 mg

naltrexone metabolism

is naltrexone addictive

Aydın Bal. Zeki Demirkubuz Röportajı. www.bapq.net

Sizin sinemanız ile ilgili ya da çağdaş Türk sineması diye adlandırılan sinema ile ilgili yapılan değerlendirmelerde, çoğu zaman sizi çeşitli kategoriler altında tanımlamaya çalışıyorlar: “Bağımsız sinemacı”, “çağdaş Türk sinemacısı” gibi. Siz kendinizi bu kategorilerin hangisi içinde tanımlıyorsunuz ya da sinemanızı belli kategoriler içinde tanımlıyor musunuz?

Bu konuda şöyle söyleyebilirim, Türkiye’de filmleri için bağımsız sözcüğünü açıkça telaffuz eden ve filmlerinin jeneriğine koyan ilk yönetmen ben oldum. Daha sonra bu konudaki fikrim değişti. Filmin ekonomik olarak bağımsız olmasının çok fazla önemli bir şey olmadığını düşünmeye başladım. Filmlerimdeki bağımsız kelimesi ile, paranın insana bir film yaparken ki müdahalesinden bahsetmiştim. Ama artık o açıklama da biraz politik bir havaya dönüştü. Artık şöyle düşünüyorum; iyi bir film her yerden gelebilir. Önemli olan insanın özünden bir şeyler çıkartabilmesidir. Bugünkü ideal sinemaya dair en net tutumum bu. Kendimi de kendi halinde, kendi istediği filmleri yapmaya çalışan biri olarak tanımlıyorum.

90’ların sonunda sizinle yapılan bir röportajda kendinizi “amatör sinemacı” olarak tanımlıyordunuz. O zaman birçok ödül alan 4 filmi geride bırakmıştınız. Bu amatör sinemacı tanımlaması sizin için hala geçerli midir? Bu tanım sizin biraz önce bahsettiğiniz, insanın içinden geldiği gibi film yapmasına mı işaret ediyor?

Evet, onu kastediyorum. Yoksa bugün filmlerimin bulduğu karşılık olarak, diğer anlamda çok da amatör olmadığı ortada. Finansal anlamda başkalarına göre küçük olabilir ama bana göre çok büyük paraların döndüğü bir işi yapıyorum. Benim amatör sinemacı tanımım hiç bir sinemacı rolü üstlenmeden, az önce söylediğim gibi, sorun ettiğim meselelere dair istediğim filmleri yapmaktır. Bu anlamda sinemamdaki amatörlük ruhunun devam ettiğini söyleyebiliriz tabi ki.

Yine baska bir röportajınızda diyorsunuz ki, “benim derdim hikayelerimi anlatmak, bunları başka yöntemlerle de anlatabilirdim ama sinema ile anlatıyorum.” Birçok ülkede çok sayıda festivallerde filmleriniz gösterildi ve birçok ödül aldınız. Yani, hikayelerinizi birçok ülkeden değişik insanlara anlatabildiniz sinema yolu ile. Sizin yeteneklerinizin içinde olabilecek edebiyat , müzik , ya da diğer araçlara göre sinemanın farkı ya da avantajı nedir?

Gercekçilik. Diğer sanatlar ile karşılaştırıldığında benim şu ana kadar görebildigim fark sinemadaki gerçekçilik kriteridir. Bunu belgesel filmcilik anlamında söylemiyorum. Bunun bir dejavantajı ise, sinema inandırıcılık konusunda cok fazla affı olamayan bir sanat alanıdır. Fakat bu da anlatmak istediğiniz hikayeyi de, daha net bir biçimde ortaya koyma gücü veriyor. Bu yüzden, mesela edebiyatın olanaklarına göre çok daha kısıtlı fakat gerçekçilik özelliğine göre de edebiyattan daha güçlü bir şey.

Edebiyat bağlantısından gidersek, filmlerinizdeki kahramanlarınızın ancak iyi bir romanda karşılaşabileceğimiz uzun ve etlileyici diyalogları ve monologları var. Benim icin filmlerinizin en güçlü yanlarından biri de güçlü senaryoları. Filmlerinizin hem senaristi hem de yönetmeni olarak, senaryo yazımı ve filme çekimi bağlamında bir filmin serüvenini anlatır mısınız?

Bu belirli ve standart bir süreç değil benim için. Her filmin kendine özgü süreçleri oluyor. Aslında ilk filmlerimde hikayeyi ön plana alarak senaryoyu oluşturmaya calışıyordum. Giderek bende, hikayeyi daha arka plana atıp bir mesele üzerine film yapma duygusu büyümeye başladı. Yani bir insanlık durumu ya da yasadığımız hayata dair bir meseleyi ele alıp buna göre hikaye yazdığım da oldu. Mesela İtiraf ve son filmim Bekleme Odası filmlerini buna örnek gösterebilirim.Ayrıca hem hikayeyi hem de bir durumu aynı anda ön planda ele aldığım projelerim de oldu Yazgı gibi. O filmde, Albert Camus’nün Yabancı romanında ele aldığı durumu ve romanın hikayesini kendime çok yakın buldum ve romanın öyküsü de beni etkiledi. Gerçi romanda cok detaylı bir öykü yoktu, zaten Yazgı filminin senaryosunda romandaki olguyu ve hikayeyi benim başka bir öyküm ile birleştirdim. Başta bahsettiğiniz röportajımda hikayelerimi anlatmak için sinemaya başladığımı söylemiştim. Şimdi bu yeni bir aşama kazandı, hikayeler kadar belki onlardan daha ön planda da az önce bahsettiğim bir insanlık durumunu anlatmak ve buna göre senaryo yazmak gibi bir aşamaya geldi. Sonuç olarak bu konuda bütünlüklü bir şey söylemek zor. Yarın, kendi yazacağım ya da okuyacağım bir hikaye bir film yapmama neden olabilir. Ya da kendi yaşadığım veya gözlemlediğim bir insanlık durumuna da bir hikaye yazarak bir senaryo oluşturabilirim. Tabii zaman geçtikçe, insanın icinde de bir takım değişiklikler oluyor. Bu süreçler de zaman içinde değişebilecek şeyler gibi görünüyor bana.

Camus’den ve insanlık durumlarından bahsetmemiz bana daha önce bir yerlerde okuduğum sözlerinizi hatırlattı. O yazıda, sinemanızın bir yönetmenin sinemasından değil, edebiyat, özellikle Dostoyevski’den etkilendiğini söylemiştiniz. Dostoyevski’yi de Yazgı filminizin esin kaynağı Camus gibi varoluşçuların içine katarsak, sinemanızdaki varoluşçu yazarların etkisi ve ideolojilerin ötesinde insanlık durumlarına eğilmeniz sizi varoluşçu sanatçılara yakın bir yere koyuyor mu?

Evet, koyuyor. Varoluşçuluğun da hissedebildiğim en basit ve net durum olduğunu düşünüyorum. Yani çoğu düşüncelerimin ya da ilgi duyduğum birçok ideolojinin ya da insanlığın ürettiği sosyoljik ve kültürel değerleri gözden geçirdiğimde, hiç değişmeyecek ve bunların hepsini kapsayabilecek en büyük olgunun varoluşçuluk olduğunu düşünüyorum.

Türk sinemasına dönersek, projemizin bir parçası olarak ortaya çıkan BAP Quarterly dergimizde, Yeşilçam sineması diye bilinen Klasik/Geleneksel Türk sineması ile Çağdaş Turk sinemasını karşılaştıran bir yazı yer almakta. Eğer klasik/geleneksel bir Türk sineması varsa ve adına da Yeşilçam sineması deniyorsa, bu sinema ile çağdaş diye tanımlanan sizin kuşaktan ya da daha önceki kuşaklardan sinemacıların filmlerini (çağdaş sinemacı tanımınıza bağlı olarak ) karşılaştırabilir misiniz? Ayrıca, geleneksel Türk sineması ve Çağdaş Türk sineması kavramlarını tanımlayabilir misiniz?

Bu iki sinemanın tanımının yapılmasını ve karşılastırılmasını anlayabilirim. Bu benim anladığım fakat çok ta katıldığım bir konu değil. Çünkü sebepleri, sonuçları, koşulları birbirinden o kadar farklı şeylerin karşılaştırılması sonucunda ortaya çıkacak bir fikrin neye hizmet edeceğinden emin değilim. Bu iki kategorinin ikisine de bir biçimde ilgi duyan biriyim. Bir de bunun ötesinde özel bir gerekçem var; ben sinema üzerine çok düşünen biri değilim, ve bu konuda bulunacak sonuçların da ne anlama gelebileceği konusunda da çok emin biri değilim. Tabii bu karşılaştırmaların yapılmasını anlayabilirim. Tabii ki akademisyenliğin ve sanat eleştirmenliğinin elbette bir anlamı var. Bunu da anlayabilirim. Ancak kişisel olarak benim için bu karşılastırmaların bir anlamı yok. Zaten sinemayı kendi başına bir olgu olarak kabul eden biri değilim. Benim için sinema, hayat duygusu yaratabildiği sürece önemli ve hayat duygusunun arkasından gelen bir şey. Böyle olunca sinemayı özelleştirmek gibi bir tavrım olmadı. Benim sinema konusundaki bu tavrım ile bu tür karşılaştırmalar yapmam çok sağlıklı sonuçlar ortaya çıkarmaz.

O zaman bırakalım bu Yeşilçam sineması veya Çağdas Türk sineması kavramlarını. Türk sinemasında sizi etkileyen, sizin tanımınıza göre iyi filmler yapan ya da beğendiğiniz, içinden geldiği gibi filmler yapan yönetmenler ve senaristler var mı? Mesela ismi sizinle birlikte sıkça anılan, sizin kuşaktan Nuri Bilge Ceylan gibi, ya da önceki kuşaktan Ömer Kavur gibi.

Benim etkilendiğim bir sinemacı ya da sinemacılar yok. Ne Türk sinemasında ne de dünya sinemasında. Daha önce de bahsettiğim gibi, benim en büyük esin kaynağım, bugün beni yaptığım sinemaya getiren itici güçler hep edebiyattan olmuştur. Dostoyevski, Camus gibi yazarlar da bunların başındadır. Ben zaten kişisel olarak sinemadan çok etkilenen biri de değilim, genel olarak sinema ile hayli mesafeli bir ilişkim var. Ama Antonioni’den Tarkovsky’ye kadar, Bresson’dan Yılmaz Güney’e kadar sevdiğim, beğendiğim birçok sinemacı var, bende sinema yapma arzusu uyandıran birçok film var. Ama zaman zaman çabalamama rağmen, hiçbir zaman sinemacılığı bir üst kimlik ya da bir iş olarak göremedim. Ayrıca ben sinemayı teorik olarak ne okulda ne de bir entellektüel çevre içinde öğrendim; bizzat yaparak öğrendim. Bunun kendine göre bir şans olduğunu düşünüyorum. Uzun süre yönetmen asistanlığı (yardımcı yönetmen, A.B.) yapmama rağmen, sinema yaparken bende etki oluşturacak hiçbir ilişkim olmadı. Sevdiğim yönetmenler, sevdiğim, bende film yapma arzusu uyandıran, hayat üzerine düşünmemi sağlayan filmler oldu. Fakat böyle bir etkileşim sadece sinema ile kısıtlı değil, sokaktaki bir insanın yüzü bile zaman zaman benzer bir coşku uyandırabiliyor. Tabi Türk sinemasında beğendiğim birçok film ve yönetmen var. Ayrıca bu söylediğim biçimde Yeşilçam sinemasını bile sevdiğimi söyleyebilirim.

Amerika ile ilgili olarak sizin Hollywood sinemasını ya da bunun dışında Amerikan bağımsız sinemasını takip edip etmediğinizi ve genel olarak Amerikan sineması hakkında ne düşünüğünüzü merak ediyorum. Bu konuda birşeyler söyler misiniz?

Avrupa veya diğer kıtaların sinemasında bir ülke sineması olarak ilişki kurabildiğim pek bir ülke olmadı. Genel olarak Fransız sinemasını beğenmeme rağmen, Fransız sineması ile olan ilişkim için bile böyle söyleyebilirim. Ancak Amerika dışında sözünü ettiğim diğer bölgelerde, coğrafi veya ulusal özelliklere göre değil de, o ülkelerden belli yönetmenlere duyduğum bir ilgi oldu. Örneğin İsveç sinemasını bir ülke sineması olarak çok bilmem ama Ingmar Bergman en sevdiğim yönetmendir. Fransız sinemasında böyle iki üç örnek çıkabilir, Polonya sinemasını bilmem ama Kieslowski benim için çok önemli bir yönetmendir. Bir ulusal sinema olarak izlediğim, ilgi duyduğum ve epey bir bilgi sahibi olduğum tek sinema olarak Amerikan sineması var. Aslında bu saydığım yönetmenler ve onların filmleri kadar, özellikle 40’lı yıllardan 80’li yıllara kadar ki Amerikan filmlerini, özellikle 60lı ve 70li yıllardaki filmleri çok beğenirim. Bugün sevdiğim filmlerin çok ciddi bir kısmını da Hollywood sineması oluşturuyor. Amerikan bağımsız sinemasını ise çok fazla bilmiyorum aslında, çünkü o filmleri çok fazla izleme şansım olmadı. Ancak bu sinemanın örnekleri ile değişik yerlerde teker teker karşılaşıyorum. Ancak John Ford gibi beni etkileyecek kadar beğendiğim Amerikalı yönetmeler oldu. Ayrıca ilk sorunuzda yanıtlamaya çalıştığım, bazı insan durumları konusunda düşüncelerime çok yakın bulduğum bir sinema. Bütün olarak değil ama ideal örnekleri ile, biçimsellikten arınmış dramatik sinemayı dünyada en iyi becerdiğine inandığım bir sinema. Hours gibi son yıllarda sinema alanında beni en şaşırtan filmlerin özellikle Avrupa sinemasından çok Amerika’dan çıktığını da söyleyebilirim. Bu konuda çok önyargısız biriyim aslında, nefret ettiğim filmlerin yanında çok iyi filmlerin de yapıldığı bir sinema.

Son olarak buradaki izleyicilerinize bir mesajınız var mı? Olmak zorunda değil ama hep sorulur ya ben de sormak istedim.

Özellikle son bir iki yıldır Amerika’da belli insanların çabaları ile filmlerimin bazı gösterimleri oluyor ve olacak da önümüzdeki günlerde. Gerçekten bu beni bir bakıma çok heyecanlandırıyor. Söylediğim gibi ben sinemacı üst kimliğine sahip, bunu hisseden ya da işin bu yönü ile ilgili biri değilim. Burada kendi halimde, kendi küçük odamda, dünyamda tasarladığım filmlerin bu kadar uzak yerlerde izlenecek olması bana heyecan sözcüğünün de açıklayamadığı tuhaf bir duygu veriyor. Ve yeni filmler yapma arzusu uyandırıyor.

Teşekkürler zamanınız için.

Ben teşekkur ederim.

Aydın Bal. www.bapq.net Ekim-Kasım 2004.