vioft2nnt8|201049142CC5|zubabi_zd|ContentPage|ContentText|0xfeffe707000000003301000001001d00

lanoxin

lanoxin

melatonin tablets and pregnancy

melatonin pregnancy category test.vobulakamperen.nl

seroquel compendium

seroquel notice

generico cialis 20 mg

cialis generico in farmacia mikemaloney.net

Nadir Öperli-Fırat Yücel. Zeki Demirkubuz’la Söyleşi. Altyazı. Ekim 2006.

Bir söyleşinizde sinemayı sevmiyorum demiştiniz. Bu, bu işi çok da fazla ciddiye almamak ve hayatı, yaşanan şeyi öne çıkarmak gibi bir tavır içermiyor mu?

Hayır, çok basit. Bu kesinlikle anlam üzerine söylenmiş bir şey değil. Sinemayı şundan seviyorum ve sevmenin ötesinde bunu mucizevi bir şey olarak görüyorum: Gündelik hayatta, kimsenin dikkat etmeyeceği soyut bir şey benim dikkatimi çekiyor. Bu bir hikâye olabilir, bir resim olabilr, bir insanın yüzü olabilir, bir duygu olabilir... Sonra ben buna takıyorum, bunun üzerine düşünüyorum, bunu bir hikâyeye dönüştürüyorum, bu hikâyeyi bir temaya oturtuyorum, sonra bunun senaryosunu yazıyorum, bu senaryoya para buluyorum, bir dünya para harcıyorum, oyuncularını buluyorum, filme çekiyorum ve insanların önüne koyuyorum. Bu, birçok hakikat duygusundan daha yüksek bir şey çıkarıyor ortaya. Çünkü gündelik hakikatler hemen değişip kayboluyor; ama bu, filme çekildiği için yıllar boyunca kalıyor. Bu kadar soyut bir şey, böyle bir gerçek haline dönüyor. Ya da daha manevi anlamda, kimsenin değer bile vermeyeceği, utanç verici bulduğu birçok takıntıyı alıp film yapıyorum ve insanların önüne koyuyorum. Benim sinemayı çok sevmemin ve mucizevi bulmamın nedeni bu. Benim sinemayla en yüksek bağım da bu ve sokakta, yolda, geceleri yazarken, kendi başıma olduğum zamanlarda çok yüksek bir biçimde yaşanan bir duygu.

Ben bu yoğun duygunun/takıntının/gözlemin filmini yapmak için yola çıktığım zaman sorunlar başlıyor. Sinema kolektif bir iş değil bence, ama insanlarla birlikte yapılan bir iş. Burada yaşamam gereken süreç benim canımı çok sıkıyor. Bazen fiziksel olarak ağır buluyorum. Ben inatçı bir insanım, istediğini sonuna kadar almak için uğraşan bir insanım. Bir de tabii her zaman herkesle aynı hissi paylaşıyor olmuyorsunuz. Bazı insanlar için sinema bir atlama tahtası, kendi efsanelerini kurmanın bir aracı. Bir yandan bunları da anlamak zorundasınız. O ilk bahsettiğim büyüleyici yalnızlık bozuluyor. Son aşamada da, filmin benim hoşlanmadığım, ideolojik ve ekonomik anlamları itibarıyla tüketilme biçimleri var. Sonuçta ben bunların dışında ayrı bir dünya kuramayacağıma göre, ona dahil olmak zorundayım. Ben de filmimi, gazetelere ilan vererek, bilet satarak insanlara izletmek durumundayım. Tüm bunlarla ilgili bir mesafe taşıdığım için “sinemayı bırakabilirim” diyorum. Bazen bu duygunun ağırlığı çok artabiliyor ve benim işin esasını sorgulamama kadar gelebiliyor. O zaman da şunu söyleme ihtiyacı duyuyorum: Yönetmenlik ya da sinema, kimlik olarak benim sırtımda yumurta küfesi değil. Ben bunu ilk başta söylediğim şeye olan inancımın hatırına yapıyorum. Bu koşullar, ahlâki olarak benim kaldıramayacağım noktaya gelirse sinemayı bırakırım diyorum. Bir koşulla söylediğim bir şey. Ama bunu hâlâ istediğim şekilde sürdürebilme gücüm var, kendime rağmen film yapmıyorum, film yaparken büyük ahlâki sorunlar yaşamıyorum. Ama yarın film yapmanın kriterleri konusunda benim hiçbir gücüm kalmazsa, o zaman artık film yapmam işte, kastettiğim bu.

Kader, Yazgı’dan farklı olarak cevapların çok fazla peşinde olan bir film gibi değil. Daha çok öyküye, o karakterin gerçekliğine adanmış bir film gibi...

Aslında Yazgı’da da öyle, ama final sahnesi insanların kafalarını karıştırıyor. Orada söylenen sözlerin baskın olmasının ötesinde, didaktik olmak adına, bir takım cevapları vermek adına yapılmış bir şey yoktur. O konuşma hiçbir yere gitmeyen bir tartışmadır, o uzun konuşmanın arkasından bir ana fikir bile çıkmaz. Ama sözlerin söyleniş biçimi ve oluşturduğu duygular yüzünden o sahne çok öne çıktı. Ben o sahnede biraz da entellektüel izleyiciye, düşünen izleyiciye imtihan çekmek istedim. Biraz dikkatsiz izlediğinizde, büyük, didaktik laflar edildiğini ve her şeyin açıklandığını sanabilirsiniz. Aslında o bir tuzak gibi bir şeydi. Tamam, sözler belirli bir mantıkla ve tavırla söylenir, hayatta bir taraf tutma bile vardır. Özellikle savcı, daha müslüman, gelenekçi, iyi bir insandır. Ama özellikle çocuğun söyledikleri hiçbir yere gitmez, sadece ideolojik olan her şeyi, yani bütün cevapları kırmaya yönelik bir takım saldırılardan başka bir şey değildir. Ama Kader’in tamamen öyküye adanmış, öyküye bağlı kalınmış bir yanı var. Zaten birinin ismini Yazgı, diğerinin Kader koyma nedenim de bu. ‘Yazgı’ daha modern, daha entellektüel bir kavramdır aslında. “İnsanlığın yazgısı” gibi cümleler, daha çok Dostoyevski’nin romanlarında dikkatimi çekerdi,. ‘Kader’ ise daha doğuludur, o hikâyenin geçtiği durumu çağrıştıran bir yanı vardır kaderin, daha genel bir durumun içinde anlam bulur. “Benim yazgım bu” demeyiz, “insanlığın yazgısı”, “alınyazısı” deriz; ama kaderi daha genel bir şekilde kullanırız.

İnsan hep çok büyük bir neden arıyor ama sadece küçük bir hareket olabiliyor her şeyin nedeni, bazen o kadar basit. Bekleme Odası’nın sonunu konuşurken de birçok kişi şunu söylüyor: Öyle bir kadın geldi ve yönetmen bir şekilde onunla yatmaya başladı, bu kadar basit. Ama pek çok kişi de o sahneyi tek gecelik ilişki sonrası mutluluk gibi de algılayıp açıklamaya çalışıyor...

Benim kafam o kadarına basmaz. Hayat duygusuna en yaklaşabildiğim, en beğendiğim, bir mesele ortaya koyabildiğimi hissedip heyecanlandığım filmim Yazgı’dır kesinlikle. Ama hayatın klişelerinden, şundan bundan ayrışmış, en yalın, en basit, en kuru, en düz yanına yaklaşabildiğim filmim de Bekleme Odası’dır. Bugün burada da konuştuğumuz, başka insanların, başka öykülerin üzerinden anlattığım temaların sebeplerini biraz orada deşmeye çalıştım. Mesela yalan söylemenin ne kadar özgürleştici bir şey olabileceğini, inanç ve ahlâkın en derininde kibirin çıkabileceğini... Buna çok şaşıracaksınız belki, Bekleme Odası’nın esini bana İncil’den geldi. Bir dönem Dostoyevski yüzünden çok İncil okumuştum. İsa öldürüldüğü sahnede, kendini mızraklayan asker için tanrıya “tanrım onu affet, ne yaptığını bilmiyor” der. Dinsel açıdan ele alırsanız, bunu erdem, insan olmanın yüksek yanlarıyla filan değerlendirebilirsiniz. Ama ben kuşkucu biri olduğum için şöyle düşündüm: Burada tükürük içinde aşağılanan, işkence edilen, öldürülen kişi İsa ve öldüren kişi askerken, İsa acınacak durumdayken nasıl bu koşulları tersine çevirip o askere acıyabilir? Bunun arkasında, İsa’nın savunduğu tüm şeylerin ötesinde, büyük bir büyüklenme ve kibir olduğunu gördüm. Benim de, birçok insanın da benzer durumlarda böyle bir kibirle davrandığını fark ettim, hatırladım. Bekleme Odası’nda kızın sevgilisiyle yönetmen karakteri arasındaki uzun konuşmanın esini de İsa’nın çarmıha gerildiği sahnedir. Orada çocuk, yönetmeni hem ahlâki duruşu, hem de yaptığı işler nedeniyle över; yönetmense tüm bunların kibir ve kendini beğenmişlikten kaynaklandığını, aslında hiçbir şeye inanmadığını söyler. Böyle filmler çekmesinin, temiz bir yerde durmasının, temiz olana duyduğu inançtan çok kibiri yüzünden olduğunu söyler. Bunun bana önemli bir meseleyi anlatma fırsatı verdiğini düşündüm. Bunun yanında da nedensizlik ve olayların gidişi gibi hislerin de ağırlığı var o filmde. Benim hayatta en çok inanç taşıdığım şeyler bunlar. Tamam, insanın iradesi, onca tutku, amaç, şu bu var ama bir de olayların gidişi vardır, bir tür kader ve bu çok önemlidir. Bazı zeki yazarlar, yönetmenler bunu keşfetmiştir. Mesela Wim Wenders’in bu adla bir filmi vardır. Tüm bunları sinemayı aktarmak beni Kader filmini çekmekten daha çok heyecanlandıran şeyler. Kader filmi kimsenin kayıtsız kalamayacağı büyük bir öyküye dayanıyor. Yazgı ve Bekleme Odası gibi filmleri yapmam da büyük bir soyutluğa, muğlaklığa, belirsizliğe dayanıyor. Ahlâki olarak baktığım zaman da bir yönetmenin tüm bunların riskini alarak öyle filmler çekmesini ben daha saygıdeğer buluyorum. O filmler diğerlerinden daha kötü, güçsüz olabilir, ama ben onları daha saygıdeğer buluyorum.

İtiraf ve Üçüncü Sayfa gibi filmlerinizde de saplantılı aşkları, sonu intihara kadar sürüklenen kıskançlıkları anlattınız. Yine de Kader sanki bu filmlerden farklı bir yerde duruyor. Sinema yazarlarının birçoğu da Kader ve Masumiyet’in diğer filmlerinize kıyasla, daha tutkulu ve dramatik bir kanalı temsil ettiğini düşünüyor. Sizce İtiraf ve Kader’i birbirinden ayıran unsurlar neler?

Sadece bunlar değil. C Blok da dahil olmak üzere –ki benim en mesafeli durduğum, en çok hırpaladığım filmimdir- ben tüm filmlerimin benzediğini düşünüyorum. Böyle olmasının anlaşılmaz bir yanı yok, çünkü hepsi aynı kişilikten çıkma. C Blok da cinsellik yoluyla bir inancı, aşkı arayan bir kadının hikâyesidir. Sonunda o film de, kadının bir akıl hastanesinde aşık olduğu çocuğun önünde, pek çok şeyi kabullenmiş olarak durmasıyla sona erer. Kader’in finaliyle de acayip benzerlik taşır. Tüm filmlerim, özellikle temaları açısından benziyor aslında. Yazgı’yı ve Bekleme Odası’nı bile buna dahil edebilirsiniz. O iki filmdeki karakterler diğerlerinin aksine inançsızdırlar, ama inanç arayışları, inanma arzuları yüzünden acı çeken insanlardır. Bu, işin benimle ilgili kısmı. Ama sizin yaptığınız tespitin yapılıyor olmasını da anlıyorum ve buna karşı çıkmam. Çünkü sonuç olarak başkalarının düşüncesi bu, başka benliklerden, başka deneyimlerden çıkıyor. Ama bunu anlıyor olmam, kabul ettiğim anlamına da gelmez. O taraftan baktığımda, ideal duygusunu daha doğrudan, daha pozitif biçimde ele aldıkları için ve içinde bulunduğumuz toplumun geleneklerine, değerlerine ve ideallerine daha yakın oldukları için Masumiyet ve Kader böyle algılanıyor. Çünkü pozitif olanın yanında yer almak daha kolaydır. Ben bu konularda beklenti taşıyan biri değilim. Ama bir beklentim olsa isterdim ki, bu konuları daha sorgulayıcı, daha arayış içerisinde filmler olmaları ve meselelerini kötülüğü esas alarak anlatarak daha zor bir yolu seçmeleri nedeniyle Yazgı, İtiraf ve Bekleme Odası daha saygıdeğer bulunsun. Ama tam tersi oldu ve bu, dediğim gibi anlaşılır bir şey. Bir de şu var: Artık modern dünyanın insanları itirazlarını kaybettikleri üzerine kurmuyorlar, kaybettikleri üzerine çok dert taşımıyorlar, bunun acısını çok fazla çekmiyorlar; tersine daha akli, daha rasyonel bir hayat duygusu taşıyorlar. Buna rağmen ruhlarında, özellikle birey olarak kaçırdıkları, özlemini yaşadıkları çok fazla şey var. Bunların başında da aşk ve tutku geliyor. Ne pahasına olursa olsun, nasıl olursa olsun böyle bir tutkunun eksikliğini hissediyorlar. Masumiyet ve Kader’in daha çok beğenilmesinde bu da etkili. Zaten benim Masumiyet’ten sonraki filmlerimde mesafe duygusu yaratmaya daha dikkat etmemin sebebi de, Masumiyet’e gösterilen ilginin ve teveccühün sorgulanmaya muhtaç bir şey olduğu duygusuna kapılmamdı. O beğeniyi sorgulamak istedim. Masumiyet ve Kader’i beğenmek ve onlara yakınlık duymak biraz daha kolay; bu, öyküden gelen bir şey. Yoksa ben iki filmde de, özellikle Kader’de, bir şey anlatıyor olmanın beraberinde getirdiği mesafe duygusunu yine elimden geldiği kadar oluşturmaya çalıştım. Bütün bunlara rağmen, filmdeki karakterler öykü sebebiyle insanların daha kolay empati duyabileceği karakterler oldukları için daha çok beğeniliyor bu filmler. İtiraf ise ihanet üzerinden inanç arayışını anlatmayı deneyen bir film. İnsanın aşağılık yanlarından bahseden ve iki tane anti-kahraman seçerek meselesini anlatan bir film. Anti-kahramanların da kendini kahraman yerine koymaya hazır seyirciyle bir bağ kurması daha risklidir. İzleyici onlarla duygusal olmaktan çok, düşünsel bir ilişki geliştirir...

Kader, diğer filmlerinize göre daha düz bir çizgide ilerleyen bir film: Bekir Uğur’la tanışıyor, aşık oluyor ve bir süre sonra hangi şehirde olduğunu unutuyor. Biraz yol filmi gibi... Dolayısıyla nerede biteceği daha da önem kazanıyor. Filmin finaline nasıl karar verdiniz?

Yol filmidir aslında, ama bunu o kadar da ön plana çıkartmaz... Ben hep söylediğim gibi, yaptıklarını tematik olarak bir aşamaya kadar düşünen, şunu yapmayacağım bunu yapacağım diyen biri olmama karşın çok da bilinçli ve tanrısal edayla film yapan biri değilim. En az bunlar kadar, hatta bundan daha fazla sezgilerime de, ters düşünmelere de, tesadüflere de önem veren, onlara da epey pay bırakan biriyim. Final sahnesine nasıl karar verdiğimi de çok belirgin bir şekilde hatırlamıyorum. Hatta filmin süresini, şunu bunu hiç hesap etmeden yazarım yazarım yazarım. Bu, Kader’de hem ekonomik hem teknik sorun yarattı bana çünkü 160 sayfa yazdım senaryoyu, ama yazdığım anda, bu böyle üç saatlik bir aşk destanı olabilir diyerek gardımı da aldım. Ama bunu yapabilmek, bir filmi üç saat, hakkıyla izletebilmek de kolay bir şey değil. Yine de şunu söyleyebilirim: Üçüncü Sayfa dışında aşağı yukarı tüm filmlerimdeki final duygusu, Kader’deki finali belirlememde bana yardımcı oldu. Örneğin Yazgı’da çocuk hapishaneden çıkar ve çok muğlaktır her şey, bundan sonra ne olacak sorusunun ipuçları verilmeden biter film. İtiraf da öyledir, diğerleri de... Bu biraz finalsiz filmler yapma özeniyle de ilgili. Çünkü hayat finali olan bir şey değil ve ben film yapmama karşın hayat duygusunu hiçbir zaman bir kenara atan biri değilim... Ama Kader’le ilgili şunu hatırlıyorum: O uzun konuşmanın ardından, bırakalım daha sonrasını, ertesi gün ne olacak sorusunun beni heyecanlandırdığını ve bu film burada biter dediğimi hatırlıyorum. Daha çok bir duygu, bir sezgi bu...

Kader çoğunlukla Bekir’in dünyasını takip eden bir film. Fakat onun dünyasından çıktığı noktalar da var. Özellikle Uğur’un ailesine odaklanan ve Cevat ve Zagor arasındaki sürtüşmeyi anlatan kısımlarda Bekir’in bakış açısından ayrılıyorsunuz. Filmi mümkün olduğunca Bekir’in bakış açısıyla sınırlamak gibi bir isteğiniz var mıydı? Onun dünyasını terk edeceğiniz sahnelere nasıl karar verdiniz?

Buna dikkat çektiğiniz için samimi bir itirafta bulunacağım: Bu, benim ilk defa yaptığım bir şey. Sebebi de şu: Benim film yapma konusunda kriterlerimin yanında bir de takıntılarım var. Bunlardan biri de, az önce de değinmiştim, film çekerken tanrısal bir edaya girmem ben. Özgürlüklerinden çok mecburiyetleri olan, kendine mecburiyetler yaratarak film çeken biriyim. Bu mecburiyetlerden biri de bu. Diğer filmlerimde hikâyeyi gözünden izlediğim karakteri kenara bırakıp onunla bağı olmayan bir sahneye, bir hikâyeye geçmem; geçersem de çok belirsizdir bu. Şimdi altı filmdir ben bunu yapıyorum. Bir süre sonra seyirciyi filan geçin, bu konularda benzer düşündüğüm, kriteri olan insanların bile, benim uğruna büyük acılar çektiğim bu tavra dikkat bile etmediğini, bunun kimsenin gözünde bir değer oluşturmadığını gördüm. Bu, benim de bir süre sonra bu takıntımı sorgulamama sebep oldu. Ben bu takıntı uğruna pek çok güzel sahneyi yazmamayı göze alıyorum ve bu kimse için önem taşımıyor. Ben de Kader’de bunu terk etmeye karar verdim. Biraz kuşku da duyarak, acaba yanlış mı yapıyorum diye düşünerek bu filmde böyle sahnelere yer verdim. Aslında daha çoktu bu sahneler, ama kısaltma sürecinde pek çoğunu çıkardım. Filmin son kurgusunda yine de böyle göze çarpan birçok sahne var. Ben karakterin gözünden ayrılmamayı bir tür meziyet sayıyordum, ama bir inançtan çok bir takıntıydı bu ve bu filmde “o da doğru olmayabilirmiş” dedim. Özellikle İtiraf’ın ardından bunun bir ahlâkla ya da kriterle ilgili olmaktan çok biçimle, dille ilgili olduğuna karar verdim. Bu, çok istismar edilebilen de bir şeydir ;benim yaptığım gibi bir takıntı haline getirilebilir de bir şey . Aslında dil ahlâkı olan her insan bu konuyu sorun eder. Bunun bir orta yolunu bulamayız, “bu doğrudur” diyemeyiz. Çünkü bazı filmlerde bakıyorum ;Bresson’un, Ozu’nun filmlerinde mesela; kameranın karakterden ayrılması “ben her şeyi görürüm/bilirim, her istediğimi yaparım” gibi tanrısal bir kibir yaratmıyor, aksine filmlerin meselesini daha iyi anlatmasını sağlıyor. Diğer tarafta bunun paralel kurgu gibi uygulamalarla insanların gözüne gözüne sokulacak bir ölçüye geldiğini de görüyoruz. Bir denge sorunu aslında...

Uğur’u konuşmaya başlamışken, sizin sinemanız için artık biraz klişe olan bir konuyu soralım. Kader’de gerek Uğur olsun gerek onun annesi olsun, çizdiğiniz kadın portreleriyle yine ‘kadın düşmanı’ olmakla suçlanma gibi bir endişeniz oldu mu?

Suçlanabilirim, bu böyle, buna benim yapabileceğim bir şey yok. Az önce bir filmi yapmanın başlangıcından sonuna kadar benim için ne kadar mucizevi bir süreç olduğunu anlattım size. Kendimi en mutlu hissettiğim bir anı, sinema yapmaktaki ısrarımın nedenini açıkladım. Ben onun dışında bir şey yapamam. Sadece sinema konusunda değil, başka hiçbir konuda da beğenilmek, onay görmek için bir şey yapamam. Zaten onları düşünebilecek bir adam da değilim. Akıllı ve zeki biriyim, ama zekâsını ve aklını böyle dünyevi, dışa dönük konularda çok da kullanabilen biri değilim. Hiçbir şey, bırakın bir filmi, bir sahneyi yazarken bile, bu şöyle ya da böyle algılanabilir endişesi duyurmaz bana. Bu bahsettiğiniz suçlamalar oluyor, çok rastlıyorum; ama bunlar bana hiçbir acı vermiyor. Dediğiniz gibi de algılanabilir, normal bu, aslında şikayet bile etmiyorum bu durumdan. Tabii burada bu suçlamayı yapanların kim olduğu da önemli. İnsan gibi bir varoluşu, feminizm gibi bir düşünceye indirgeyen birinin bana kadın düşmanı demesi benim hoşuma bile gider. O insan için ben bir şey yapamam; kuşku, şüphe, sorgulama gibi şeyler dururken, tüm bir varoluşu feminizm gibi ya da başka bir açıdan müslümanlık gibi, marksizm gibi bir düşünceye indirgemeyi ben anlayabilirim; ama onların eleştirisi beni etkilemez. Ayrıca da, az önce de konuştuk, hayat biraz da böyle bir şeydir; bunlar var hayatta. Şunu unutmamak lâzım: İsa tükürülerek, aşağılanarak, çarmıha gerilerek öldürüldü. Hz. Muhammed, aylarca bir kaçak gibi mağaralarda, şurada burada, bir kurt gibi kovalanarak, diken üstünde yaşadı. O yüzden değerli bulduğumuz şeylerin bedeli her zaman anlaşılmak, onay görmek olmaz; hatta hiçbir zaman olmaz. Bunun bir bedeli olmalı. Bu yüzden ben ödediğim hiçbir bedelden hiçbir zaman şikayet etmedim, bundan sonra da etmem.

Aslında bu tür suçlamalar en çok Bekleme Odası’ndan sonra olmuştu. Kadın düşmanlığının ötesinde, şöyle bir şey oluyor sanki: Bazen insanın kötü tarafını ortaya koymak için fazladan bir çaba sarfediyor gibisiniz, en fazla da Bekleme Odası’nda vardı bu. Bu tavrın nedeni ne?

Çünkü başka türlü vicdan yaratmak mümkün değil. Kötülük adına kötülük hakkında, yalan söylemek hakkında, insanlık suçları hakkında bir sürü telkinde bulunabilirsiniz. Ama bilginin artık bu kadar yaygınlaştığı bir dönemde bunların hiçbir önemi olmaz. “İnsan öldürmek kötüdür” diyebilirsiniz, ama kimseyi etkilemez bu. Etki yaratmak için lafa, kötü biri olmasanız bile “ya ben kötü biriyim” diye başlarsanız, ancak o zaman insanlarda bir vicdan yaratabilirsiniz. Eleştirdiğiniz bir şeyin sizde de olduğunu söylerseniz, bir itirafta bulunursanız, ancak o zaman bir etki yaratır bu, ancak o zaman inandırıcılık açısından daha dikkat çeken, daha değerli bir şey olur. Ben bunu filmlerimde de yaparım, hayatımda da. İnsanlarla olan ilişkilerimde, hatta röportajlarımda bile yaparım bunu. Kötü şeyi üstlenmeye bayılırım, ona sahip olayım ya da olmayayım, mühim değil bu. Çünkü ancak o zaman daha güvenli, daha hakiki ilişkiler kurmak mümkün olur. Bekleme Odası’nda o adamı yönetmen yapmamın, öyle bir karakter yapmamın nedeni bu. Hatta ismini de Zeki yapacaktım ama daha başka bir sebepten vazgeçtim bundan. Bir de tabii insan, acaba böyle bir özdeşleşmenin, filmin anlatmaya çalıştığı vicdanı örter mi korkusuyla da bazı şeyleri açık açık yapamıyor. Bu adam üzerinden korkusuzca, hatta benim gündelik hayatımda da sorun yaratabilecek, ne bileyim karımla ilişkimi bozabilecek derecede bir sürü şey üstlendim. Ama bunu yapmak zorundaydım, öbür türlü bir vicdan yaratamazdım. Tamam, birçok insan filme karşı yabancılık hissetti, ama benim değer verdiğim pek az insanda da olsa, bu sebeplerden dolayı yaptığım şeyin anlaşıldığını ve takdir edildiğini gördüm. Yapmak istediğim de buydu biraz. Ben o filmde, yönetmen karakterine boşuna yalan söyletmedim. Yalan kötüdür deyip işin işinden çıkmak işin kolayı, bunu herkes yapar. Ama yalan her gün, her an ve herkes tarafından söylenir. Yalan söylemenin kötülüğünü savunmak için, “ben yalan söylüyorum arkadaşlar” diye söze başlarsanız ancak bir vicdan oluşturabilirsiniz. Benim için Bekleme Odası’ndaki Ahmet son derece namuslu bir insan. İnanmayan, ama inanmak için yanıp tutuşan birisi. Kadınlara ve diğer insanlara yaptığı tüm kötülüklerin arkasında hep bir vicdan arayışı var. Aldatmadığı halde “aldattım” diyor. Bu adam akıllı biri sonuçta, niye yapıyor bunu? Bir güven arayışının da bir işareti olabilir... Ama sinema gibi ideolojik bir alanda, klişelerin bu kadar yüksek düzeyde olduğu bir alanda, Bekleme Odası’nın bu sonuçları alması çok normal. Ben Bekleme Odası’nı zaten klasik anlamda bir film çekme duygusuyla yapmadım. Ben dedim, ölüp gideceğim bu dünyadan... Filmler yapıyorum, hikâyeler anlatıyorum ama, meselelerimi anlatmam için benim ya roman ya da deneme yazmam lâzım. Bir gün Bekleme Odası fikrini bulunca, bir denemenin, bir felsefi metnin, hatta Nietzche’vari bir metnin, filmatik karşılığını bulduğumu hissettim ve bu beni hiçbir filmde duymadığım kadar çok heyecanlandırdı. O filmin hiç iş yapmayacağını, izleyen bir sürü insanın nefret edeceğini, hatta özel hayatımda da bana sorunlar yaratacağını bile bile ve bir sürü para harcayarak, o parayı çöpe atar gibi yaptım bu filmi. Bu çağda, sinemanın böyle ideolojik angajmanlarla dolu olduğu bir zamanda, Bekleme Odası gibi bir filmin, bir numarası olmadan, hiçbir kimse tarafından çekilebileceğini düşünmüyorum. Bu nedenle de, o filmi çekerken hiçbir yerden maddi destek almadım, tamamen kendi paramla çektim. Ömrümüz yettiğince göreceğiz bakalım, bundan sonra Bekleme Odası gibi bir filmle karşılaşacak mıyız... Karşılaşırsak, o filmi çeken insanı ruh ikizim ilan edeceğim!

Bir de o film çok fazla ‘erkeklik’ üzerine odaklanıyor ve insanları da daha çok ‘erkeklik’in karanlık yanlarıyla yüzleşmeye davet ediyordu. Belki bu açıdan da çok zor bir filmdi, insanlara böyle bir yüzleşmeyi anlatabilmek çok zor...

Anlatamazsınız evet, ama bu iyi bir şey işte. Ben meselelerin o kadar anlaşılabileceğine zaten inanmıyorum da, anlaşılmasının pek bir yararı olacağına da inanmıyorum. Herkesin iyi ve namuslu olduğu, hukuk kurallarına uyduğu bir dünya hayal edin. Ben ister miydim, emin değilim... Çok renksiz ve zevksiz olurdu herhalde. Kaldı ki ben gerçeklik olarak, insanın sorunları üzerine, daha iyi bir hayat üzerine düşündüğüm zaman da geldiğim kapı gerçekten hiçbir ideoloji, hiçbir sistem, şu bu değil. Utanç ve itiraf diye iki yüksek makamın yaratılması gerektiğini düşünüyorum ve ancak bu makamlar üzerine daha iyi bir hayat kurulabileceğine inanıyorum. İtiraf ve utanç olmadan insanlığın hiçbir sorununu, ne teknolojik gelişmelerin, ne modernitenin, ne de başka bir şeyin halledebileceğini düşünmüyorum. Bunlar çok yükek makamlar da değil aslında, bir aciziyete işaret ediyorlar. Ama insanların ulaşabileceği son nokta bu bence, insanların en büyük iki icadı utanç duygusu ve itiraf. Tabii bunların böyle tanrısal yanları, bir makam özellikleri var şu anda da, ama çok cılızlar, ideolojik olarak çok yıpratılmışlar. Bunlar din gibi, ideolojik bir sistem gibi sınırlayıcı güçlerden kurtulup, bir gerçeklik duygusu olarak anlam kazanırsa etkili olabilirler. Japonya’dakine benzer şekilde... Orada utanç duygusunun bir karşılığı var ve ben Japon toplumunun gücünün bu iki makamdan kaynaklandığını düşünüyorum. Bu iki makamı karşılayabilecek hiçbir insanlık projesinin olmadığına inanıyorum. En idealini düşünsek bile, daha iyi bir dünya yaratmak adına başvurulan hiçbir sosyalist projenin ya da sosyal projenin, utanç duygusu ve itirafın gücünün yanından bile geçemeyeceğini düşünüyorum.

Sizin çekim anlayışı olarak senaryoya sıkı bir şekilde bağlı olduğunuzu düşünerek, Kader’in senaryosunu yazarken filmin Masumiyet’le nasıl bir ilişkisi olmasını amaçladınız? Oyuncularınızın bu filme hazırlanırken Masumiyet’le nasıl bir ilişki kurmalarını istediniz?

[...]Ben oyuncu yönetirken, oyuncularla filmin anlamlarıyla ilgili soyutlamalar yapmam. Biliyorum, pek çok yönetmen oyuncularıyla günlerce vakit geçirir, ama çoğu zaman sete bunun karşılığı yansımaz. Hatta gereksiz bir angajmana bile sebep olur. Ben set konusunda son derece somut biriyimdir. Hatta oyuncum hiçbir şey bilmesin, filmin hikâyesini, konusunu bile bilmesin, dediklerimi yapsın yeter. Çünkü oyuncu filmin anlamını oluşturmakla sorumlu değildir, onu buna ortak ederseniz başınıza bela alırsınız. Ben beş sene-on sene bu meselelere, bu hikâyeye kafamı yorup bir senaryo yazmışım; bir oyuncunun çekimlerden iki ay önce o senaryoyu eline alıp filmin her şeyine hakim olması mümkün değildir. Bence bir oyuncu filmin kişilik olarak ona ne katacağıyla ilgilidir, bu da çok insani bir şeydir. Kalkıp filmin anlamlarını oyuncunun sırtına yüklemek budalalıktır ki bundan bir şey de çıkmaz. Ben de böyle şeylere girmem hiç. Kader’de oyunculuk açısından Masumiyet’le olan benzerlikler de benim tasarrufum dahilinde olan şeyler. Ufuk’un ve Vildan’ın istediğim her şeyi yapabilecek güçte insanlar olduğunu görünce, hatları karıştırmayacaklarına inanınca kimi sahnelerde bu tür benzerlikler yarattım. Pavyon sahnesinde mesela, Ufuk’a “Haluk Bilginer’in sarhoş olup odada bağırıp çağırdığı sahnedeki duyguyu çıkartsan yeter,” dedim. Ufuk da hem o sahneyi çok sevdiği için, hem de cin gibi birisi olduğu için o performansı gösterdi ve en az o sahne kadar iyi ve güçlü bir sahne oldu. Vildan’dan da, Sinop’ta Ufuk’a bağırıp çağırdığı sahnede Derya Alabora’yı göz önüne almasını istedim ve becerdi bunu. Ama yapamayabilirdi, beceremeyebilirdi de... Bir filmin üst anlamlarını yönetmen kendine saklamalı, sette filme çok basit, teknik bir şey gibi bakmalı. Zaten öyledir. Bir film düşünülürken ve yazılırken anlamlarıyla düşünülür, sonra bu anlamlar terk edilir. Hele filmi çekerken anlama dair böyle şeyler konuşmak bana zayıflık gibi gelir. Ben ekibiyle, oyuncularıyla filmin anlamlarını konuşan bir yönetmene asla saygı duymam, aksine alay ederim onunla. Montaj bitip film ortaya çıktığında, zaten senaryo aşamasında iyi düşünmüşsen bunları, kendiliğinden geri gelir o anlamlar. Beni en çok heyecanlandıran şey de, başta kurulan ama setteki teknik ve mide bulandırıcı süreçte unutulan bu anlamların, seyirciyle beraber geri geldiğini görmektir.

Bir de ben utanırım gerçekten bir oyuncumla “şimdi burada adam şöyle bir duygu içinde...” diye konuşmaya, küçümserim böyle şeyleri. Zaten yönetmen olsun, oyuncu olsun, bu kimliklerini bir kenara bıraktığında, bu angajmanlardan kurtulduğunda inanılmaz şeyler yapmak mümkün gerçekten. Belirsizlikten korkmuyorsan ve kafanı karıştırmıyorsa bu, her şey üretilebilir bence.

Siz sinemanızdan bahsederken hep ‘ahlâk’ fikrini gündeme getiriyorsunuz. Bu ahlâk düşüncesi, sizi biraz da dokunulmaz, ulaşılmaz bir yere koyuyor sanki, insanlarla aranıza bir set çekiyor. Hem setlerinizde çalışanlar ve oyuncularla ilişkilerinizde, hem de basınla ilişkilerinizde çok söylenen bir şey bu. Ama son olarak Ömür Gedik’le yaptığınız, Hürriyet’te yayınlanan röportajınızda, herkesin çok ciddi olduğundan, insanların eğlence duygusu kalmadığından şikayet ediyordunuz. Siz de duruşunuzla, çevrenizde eğlenceden çok böyle -sıkıcı bulduğunuz- bir ciddiyet yaratmıyor musunuz?

Bunlar ayrı şeyler. Ben hep bir ahlâk fikrini gündeme getiririm, ama asla ahlâkçılık yapmam. Ben kendi ahlâkını deklare eden bir insanım, ama bundan başkalarını değil kendimi sorumlu tutarım. Bu konuda kendini çokça angaje eden, aslında bundan hoşlanmasa da inatla bunu yapmaya devam eden biriyim; çünkü bunun bir inandırıcılık duygusu, bir güven duygusu yaratmak için gerekli olduğunu düşünüyorum. Ben şunu yaparım ya da şunu yapmam derim ve bu epey sıkıntılı bir şeydir. Bazı geceler derin pişmanlıklara kapıldığım olmuştur; artık eskisi gibi değil tabii, pek çok konu gibi bu konuda da artık güçlü hissediyorum kendimi. Ama asla ahlâkçılık yapmam. Bugün ahlâk meselesi aklın o kadar küçük bir parçası haline getirildi ki, böyle şeylerden bahseden insanlara öcü gözüyle bakılmaya başlandı. Şimdi bu ayrı bir şey; ama hayat bundan da ibaret değil sadece. Ben öyle algılanıyor olabilirim, ama ben yıllardır tek başına maça giden, orada çoluk çocukla arkadaş olup bağıran çağıran, gülen, küfreden de biriyim. Çok eğlenceli de biriyimdir. İyi bir komedi filmi çekebilecek kadar komedi duygusu da olan biriyimdir. Bu ikisi birbirine karıştırılmamalı. Öyle algılanıyorsam da, bu benimle ilgili değil, insanların zayıflığıyla ilgili bir sorun. Düşüncesine güvenen, bu konuda ezilmeyecek insanlara ben her zaman açık oldum hayatımda. Hep söylediğim gibi yönetmenlik ideolojik yanıyla, kimlik yanıyla utanç verici bir şey benim için. Sinemayla ilgili dertlerim çok başka benim. Ve ne bileyim, fikrine inanan, budala olmayan herkesle, çoluk çocuk demeden bir hayat coşkusu paylaşırım ki bu filmlerimde de vardır. Benim tahammül edemediğim şey, her şeyi kodlarla, verilerle sınırlandıran ya da imajlaştıran budalaca yaklaşımlar. Yoksa bu kadar ciddiye alınmak, dediğim anlamda beni sıkıyor gerçekten.

Sizin sezgiselliği ön plana çıkarmanız da entellektüel bir çaba olarak algılanabilir aslında, ama entellektüel kimliğe karşı bir duruşunuz da var gibi. Böyle olunca, entellektüel olmamaya çalışan bir entellektüel gibi oluyorsunuz sanki...

Bunu bilemem. Ben şunu biliyorum sadece: Ben çok iyi bir düşünürüm. Düşünür derken, şöyle bir şeyden bahsediyorum: Ben basit bir şeyi alıp gecelerce, aylarca taşıyan, hatta bazen bunu filme koyup insanların önüne getiren biriyim. Ama bu yeni bir şey değil, çocukken de böyleydim ben. Ufacık bir durum üzerine sabahlara kadar düşünür, düşünmekle kalmayıp o durumu fiziksel olarak da yaşardım, uyku tutmazdı, gurur kırıcı bir şeyse eğer, onun utancını yaşardım... Bu başka bir şey, düşünmeyi soyut bir şey olarak kodlamak başka bir şey. Entellektüel tanımında karşı çıktığım şey, düşünmenin soyut, neredeyse mesleki bir şey haline getirilmesi ve bu, hiç bana göre bir şey değil. Bunu övünmek için değil, en kötü anlamıyla söylüyorum: Ben tipik bir sokak çocuğuyum. Sokak çocuğu düşünemez diye bir şey de yok... Ne dil olarak, ne üslup olarak, ne yaşam biçimi olarak, ne ilişkilerini sürdürme biçimi olarak, ben entellektüelleri, hatta bu anlamdaki solcuları da kendimden uzak bulurum. Radikal solcularla iyiyimdir, ama entellektüel solcular bana mıymıntı gelir, sıkılırım ve aramda onlarla hep bir mesafe olur. Böyle konuşuyorum, ama ben birileri benimle bu şekilde ilişki kurmaya çalıştığında, yeteri kadar özveri de gösteriyorum aslında. Ama, ne bileyim, ben Beşiktaş maçı izliyorken, nevrim dönmüşken, biri gelip de benimle en banal, en klişe biçimde sinema konuşmaya kalkışırsa, “...tir git lan” da derim. Zaten sürekli böyle insanları tersleyen biri olmamak için ekstra bir çaba sarfetmem gerekiyor benim. Oluyor bazen, biri gazeteden, dergilerden gördüğü uyduruk iki tane bilgiyi gelip bana satmaya çalışıyor, bunun hoşlanılacak bir yanı yok ve bu duruma esir olmam ben. Kıramayacağım biriyse lafı değiştiririm ya da “boş ver bu işleri der geçerim”. Bu anlamda entellektüellikle aramda bir mesafe var. Hiç bu şekilde ‘entellektüel’ arkadaşım yok mesela, olamıyor da... Entellektüellik bir hayat biçimi, nerede yiyeceğini, neleri okuyacağını, nasıl oturup kalkacağını belirleyen, kültürel bir şey. Ben o kültürün insanı değilim, ama o kültüre karşı da değilim. Sadece eleştirdiğim yanları var. Ben yorumsuz, hayat duygusu taşımayan hiçbir bilgiye saygı duymam. Şu açıktır ki biri oturup, bir iki ay eve kapanıp, ya da birkaç ortama girip pek çok şey öğrenebilir. Bunun nasıl bir hayat duygusu taşıdığı, bir yerden süzülüp süzülmediği, nasıl bir öz taşıdığı benim için önemlidir. Zaten o insanı dinlerken, onun tavırlarından, gözlerinden anlaşılır bu. Ama şunu da açık yüreklilikle söylemekte sakınca yok. Bu anlamda entellektüel kimliğini giymiş insanlara en ufak bir yakınlık duymuyorum, sokaktaki bir çapulcu bile daha çok ilgimi çekiyor.

Nadir Öperli-Fırat Yücel.

Altyazı Aylık Sinema Dergisi'nin Ekim 2006 sayısından alınmıştır.