vioft2nnt8|201049142CC5|zubabi_zd|ContentPage|ContentText|0xfeffe507000000003301000001001b00
amoxicillin price without insurance
amoxicillin without prescription
website buy amoxicillin canada
amoxil without prescription
amoxicillin prescription
no insurance
reverse pregnancy calculator
pregnancy calculator week by week
read here pregabaline ldm
pregabaline
read Ömür Gedik röportajı - Kelebek.
Sıradan olmayan, zor, başarılı, zeki ve her şeye kuşkuyla yaklaşan biriyle röportaj yapmak kadar ürkütücü bir şey olamaz herhalde. Hele bir de karşınızdaki henüz En İyi Film dalında Altın Portakal almış bir filmin, haliyle egosunun yükselmiş olduğunu düşündüğünüz (sonradan yanıldığını anlamak o anı kurtarmıyor ne yazık ki!) yönetmeniyse iş daha da zorlaşır.
İşte, C Blok, Masumiyet, Yazgı, İtiraf, Bekleme Odası ve en son da Kader filmleriyle bizi derinden etkileyen, hayatı sorgulamamızı, acıyı, aşkı ve yalnızlığı anlamak için düşünmemizi sağlayan Zeki Demirkubuz'la röportaj yapmaya giderken böyle bir ruh hali içindeydim.
Kendisini Antalya'da bir hafta süren festival süresince daha yakından tanıma imkanı bulmaya çalışmıştım. Ama karşımda sıcak gülümsemesine rağmen o kadar kendine dönük biri vardı ki, "festival sonrası bir röportaj yapabilir miyiz?" diye sormak için yanına gidebilmem bile hayli zamanımı aldı. Zar zor bir "evet" cevabını aldığımda ise hem sevindim hem de endişelendim doğrusu. Otel lobisinde bir görünüp hemen kaybolan ünlü yönetmen hiç de uzun uzun sohbet edecek birine benzemiyordu. Üstüne üstlük bir de bana "kolay sorulardan ve övgüden hoşlanmam, ona göre" demişti. İstanbul'a dönüp, ölmüşüm ağlayanım yok diyerek kapısını çaldığımda, Zeki Demirkubuz'u üzerindeki Beşiktaş formasıyla görünce rahatladım biraz. Filmlerini, sinemasını ve Altın Portakal'ı kısa geçersek hiç olmazsa aynı takımı tutan iki kişi olarak Beşiktaş muhabbeti yapabilirdik. Yaptık da. Ama iki saati aşkın bir süre, enine boyuna sinemayı, Şerif Gören polemiğini, Zeki Demirkubuz'u ve anlaşılmayana duyduğu ilginin sinemasına nasıl yansıdığını konuştuktan sonra.
Bizi annesi Nurhayat Kavrak'ın kucağında gülücüklerle karşılayan 50 günlük Yazgı da uzun röportajımız sırasında neredeyse hiç ses çıkarmadı. Röportaj bittiğindeyse, babasının birkaç gün önce eve getirdiği heykelcikten habersiz, uykuya dalmıştı bile.
Öncelikle Altın Portakal başarın için tebrikler. Ama geçen hafta yaşananlara ve sana bu başarıyı getiren filmin Kader'e geçmeden önce her şeyin başına dönmek istiyorum. Zeki Demirkubuz'u hayata dair sorular sormaya ve bunları perdeye yansıtmaya iten şey nedir? Nasıl başladı senin hikayen?
Bana "hayat nedir?" sorusunu sordurtan, kuşku duymamı sağlayan Dostoyevski'nin Suç ve Ceza'sıdır. Dostoyevski, batı karşıtı ve ülkesinin tüm meseleleriyle ilgili öfkeli bir adam. Ama hikayelerini yazmaya başladığı zaman ne milliyetçiliği, ne de imanı kalıyor. Çünkü sanat yapıtı ortaya koymak büyük bir vicdan gerektirir. İşte sanatımda vicdanlı olma gereğini de ben bu ünlü yazardan öğrendim.
Sosyalist olmana rağmen filmlerinde politik konuları öne çıkarmıyorsun. Daha çok insan doğasına odaklanmış durumdasın. Acıyı, yalnızlığı, aşkı anlatıyorsun. Neden?
Acı, yalnızlık işin görünen kısmı. Dünyanın adaletsizliğini, insanların sömürüldüğünü herkes kadar ben de biliyorum, bu konularda acı çekiyorum. Bunları anlamak için özel zekaya gerek yok. Sinemanın benim ilgimi çeken yanı insanın içindeki gizemi sorgulamama izin vermesi. İyilik, kötülük, erdem, namusu birarada yaşıyor insan. O noktada büyük bir anlaşmazlık var; ben o anlaşılmayanı anlatıyorum. Kendimi insan ruhunun belgeselini yapmaya çalışan bir sinemacı olarak görüyorum. Nasıl bir doğa belgeseli doğaya karşı bir gözlem yapıyorsa ben de insan ruhu üzerinde gözlem yapmaya çalışıyorum. Bunu yapabilecek tek yolun da sanat olduğunu düşünüyorum.
Çözebildin mi insan ruhunu peki?
İnsanın başlangıcından bu güne büyük bir bilinmezlik var. Fiziksel olarak büyük bir yol kat edildi. DNA'nın çözülmesine kadar gelindi. Ama insan ruhuna dair bilinen bir şey yok. Kansere çare bulunmak üzereyken aşk acısına, ihanete, yalnızlığa en ufak bir çare bulunamadı. Uyuşturucular dışında yapılabilecek bir şey yok. Organ nakli yapılıyor ama ruhumuza dair en ufak bir bilgi yok ortada. Sinema anlaşılmazlıktan gelen büyük bir alan açıyor.
12 Eylül'ü bizzat ve acılarla yaşamış biri olarak bir 12 eylül filmi yapmazsın yani?
İnsanın zaten bildiğini anlatmaya gerek duymam ben. Konu olarak bir gün onu seçebilirim. Ama yaklaşımım faklı olur. 12 Eylül'ü birebir yaşadım. Bu ülkede çok büyük işkence görmüş az insandan biriyim. Ama yaşadıklarım bende hiçbir iz bırakmadı. Tüm bunların neden olduğunu biliyorum çünkü. Askerlerin darbe yapmasını, işkence yapılmasını anlayamayacak ne var. 12 Eylül de, arkasında yatan mantık da bir hiçtir benim için. Benim asıl derdim, bunu insanlara hangi doğa, hangi içsel dürtülerin yaptırdığı olabilir, o kadar. Ben bunun peşinde olurum. Ben yargıç değilim, hak aranmıyorum. Anlamak zorunda olan biriyim.
Anlamak için ne yapıyorsun peki?
Nietche'nin dediği gibi yüksek ve soğuk bir dağda yalnız kalırsak anlayabiliriz her şeyi. Yoksa meselelerin içinde taraf tutarak hiçbir şeyin anlaşılacağına inanmıyorum. 12 Eylül'ü generallere yıkan bir film çekmem. Ama çeken insanları da anlayabilirim. Herkes kendi yaralarından, korkularından hareket eder. Ben ise düşmanımın bile hakkını verecek kadar güçlü hisseden biriyim.
Anlamak için yalnız olmak gerekir diyorsun. Filmlerinde de sık sık karşımıza çıkan "yalnızlık" nedir senin için?
Yalnızlık birey olmaktır. Büyük bir zekayı, özel bir vicdanı büyük bir çabayla zaman içinde oluşturup, bir birey olabilmektir. Arkana herhangi bir töreyi, ideolojiyi, topluluğu almadan var olabilme gücüdür bir anlamda. Arkamda hiçbir töre, ideoloji yok benim. Herkesin kendini bir yere ait hissettiği bir dünyada bunu yapmak zor tabii. Tek başımayım. Ama bunda negatif bir anlam yok benim için. Bunun bana bağışlanmış bir nimet olduğunu düşünüyorum.
Peki ne zamandan beri böyle düşünüyorsun. Cezaevine girmiş olmanın bunda etkisi nedir?
Bir sürü insan hapse girdi bu ülkede. Ciddi bir bölümü psikopat oldu. Her hapse giren eriyor mu? Sol nedenlerle hapse giren pek çok insan şu anda kapitalizmin borazancısı gibi ortada dolaşıyor. Cezaevi herkeste farklı etki yapar. Benim serüvenim ise farklı. Benim hikayem şuydu. Serseri, sokak çocuğunun hapiste Balzac ve Dostoyevski ile tanışması, hayat ve kendisi hakkında sorulacak soruları bunlar sayesinde sormaya başladıktan sonra günün birinde sinemaya gelip, film çekmesi.
The Guardian'a "hapishane beni sinemacı yaptı" demişsin.
Ben kaderden bahsettim, kişisel hayat hikayemi anlattım onlara, farklı algılandı. Hak etmediği halde hapse girme olgusunu yüceltemeyiz. Hapse girmek her insan için ayrı bir sınavdır. Oradan utançla da çıkılabilir, erdemle de.
Filmlerinde kötülük, aşk ve ihanet bir arada. Aşk ve ihanet herkesin içinde mi sence?
Kendimden örnek vereyim. Ben hayatım boyunca kimseye en azından bilerek kötülük yapmadım, ihanet etmedim. Hatta kıskanmadım bile. Ama bende bu duygular, onları ortaya çıkarmış insanlardan çok daha fazla var belki. İyi insan kötü insan diye bir şey yok. Doğamızda her şey var.
Hangisi daha kolay peki; kötü olmak mı, iyi mi?
Kötü olmak güç gerektirir. Öyle isteyen herkes kötü olamaz. Ben her gün 3. sayfa haberlerini okurum. Hayatım oradan geldi. Yokluklar arasında, örgüt evlerinde gerçek anlamda kötü bir insanla karşılaşmadım. O kadar güçleri yoktu çünkü. Stalin'in, Hitler'in taşıdığı fikirlerin hepsi insanlarda var bugün. Ama güçleri, cesaretleri yok.
Ya ihanet?
İhanet potansiyel olarak herkesin içinde var. Ben duygusu varsa o da vardır. Herkesin kendini yaşama, bir kral gibi olma arzusu kaçınılmazdır. İhanet de bir cesaret işidir. Kimi yapar, kimi de kafasında yapar.
İhanet etme arzusuyla savaşıp galip gelmek de bir güç değil mi? Bana diğeri daha kolay yolmuş gibi geliyor.
Ben işin bir boyutunu söylüyorum. İşin ahlak boyutu başka bir konu. Bütün kötülükleri içimizde taşıyıp, derin bir ahlaka inandığımız için bunlarla mücadele etme gücünü de bulabiliriz. Burada da bunların boş bir inançla mı yapıldığı yoksa farkındalık sonucu olarak mı yapıldığı tartışılır tabii.
Kader'de varoşlarda geçen tutkulu bir aşk hikayesi anlatıyorsun. Ve bu dünyayı perdeye çok iyi yansıtmışsın. Bunda geçmiş tecrübelerinin ve o dünyayı yakından tanıyor olmanın ne kadar rolü var?
Benim bir film yapmam için bunları yaşamam gerekmiyor. İnsan empati yoluyla, gözlemleriyle her şeyi anlatabilir. Ben bu dünyayı çok iyi biliyorum ama bilemesem de bunları yazabilirdim. Sonraki filmlerimde göreceksiniz zaten. İleride bir sosyete kızının dünyasını, bir siyasetçinin, bir subayın hayatını da aynı incelikte anlatacağım. Kimse şaşırmasın.
Antalya'da filmini izleyenler arasında, böyle aşkların geçmişte kaldığını söyleyenler oldu?
Kader'de anlattığım şey İtiraf'ta anlattığım sadakatsizlikten, ya da Yazgı'daki duyarsızlıktan, hiçlik duygusundan farklı değil. Ben bu filmde böyle bir meseleyi anlatmak istedim. Günümüz insanı aşkı anlamlarıyla değil de, ben niye böyle bir aşk yaşamdım şeklinde değerlendiriyor. Bu beni ilgilendirmiyor, en fazla, yaşasalardı o zaman, diyorum. Kader'de adanmışlık, varlığımızı daha üst varlığa feda etme duygusu var. Ben burada ben duygusunun nasıl başka büyük bir anlama feda edilebileceğini anlatmaya çalıştım.
Filmlerinde sık sık işlediğin tutku ne anlama geliyor senin için?
Dostoyevski'nin Budala'sının önsözünde, "Tanrı'ya giden yolun başlangıcında tutku vardır", der. Bu sapıkça bir tutkuda olabilir, bir kadına duyulan tutku da. Şekli ne olursa olsun, "aşk" duygusu, "tutku" çok önemli bir başlangıçtır. Tanrı'yı ideal bir yer olarak gören herkes için buraya gidişin başında tutku vardır. Ben Kader'i böyle bir tutkunun ne kadar önemli olduğunu ve ne kadar unutulduğunu göstermek için yaptım. Ayrıca bütün gençliğim kızlara hastalanacak kadar aşık olmakla geçti. Bunu biraz derinleştirdim, kaşıdım, kanattım ve ortaya Kader çıktı.
Sinema da bir tutku mu senin için?
Sinemanın nesine tutulacağım. Aksine ben sinemayı sevmem. Sinemanın benim için tek mucizevi yanı özellikle geceleri, tek başımayken bana yaşattıkları. Gündüz gördüğüm bir fotoğraf kafamı kurcalıyor ve onun hakkında düşünmeye başlıyorum. O bir konu, kahraman yaratmama neden oluyor kafamda. Bir anlık bir gözlem zaman içinde gelişip filme dönüşüyor. Ben bunu insanların önüne koyup, hakikat duygusuna çeviriyorum. İşte bu mucizevi bir şey. Bunun dışında sinema bana angarya, bir sürü insanın oyuncağı, atlama tahtası, kendi efsanesini yaratma çabası olarak geliyor. Kötü yanları daha fazla. Bende genel bir sinema sevgisi yoktur. Sinemanın utandıran yanı daha çok benim için.
Övgüden neden hoşlanmıyorsun?
Çünkü insanı köleleştiriyor. İnsanlar birbirlerini överek köle haline getiriyor. Herkes bir diğerini böyle esir alıyor. Benim de hoşlandığım anlar olabilir ama bunun ne anlama geldiğini bilecek kadar da akıllı biriyim. Zaman içinde övgünün kölesi olmamayı öğrendim.
Eleştirilmekten hoşlanır mısın peki?
Yok, çok eleştirilmeyi de sevmem tabii. Eksikleri başkasından görmek istemiyorum. Kendim daha iyi yapabiliyorum. Modern inançlarım yok öyle. Böyle bir talebim de yok.
Alaylı bir sinemacısın. Alaylı ve okullu olmak arasında ne fark vardır sence?
Sanat soyut bir olgu. Dinsel bir özü olduğunu düşünüyorum. İman bir eğitim sorunu değildir, daha çok bir ruh meselesidir. Bu tartışmalar insanı bir yere götürmez bence.
Sinemaya nasıl başladın?
Zeki Ökten'le tanışarak oldu her şey. Ve tesadüfler. Sinemaya duyduğum ilginin farkına olayların gidişi sonunda bir iki film yaptıktan sonra vardım. Bir sinefil, sinema hastası olmadım hiçbir zaman. Sinemacıları küçümserdim hep. En çok Masumiyet filminden sonra, yurtdışına gidip insanları tanıdıktan sonra genel bir fikir oluştu kafamda. Edebiyata duyduğum ilgi yüzünden böyle bir potansiyelim vardı. Yalnızlık duygusunun kışkırtmalarıyla içimdeki karanlık yanlarıma yönelince sinemacı oldum. Korkularıma, aşağılık yanlarıma bakabildiğim ölçüde sinemayla bağlarım kuvvetlendi. Üniversitede okuyan bir yığın çocuğun benden daha çok şey bildiğini biliyorum. Ama ben bilgiye inanan biri değilim. Soru, kuşku, merak daha önemli.
Kendini auteur olarak görüyor musun?
Ben kendimi hiçbir şey olarak görmem. Basit bir hayatı olan, iki üç yılda bir film yapan herhangi biriyim.
Sinema dünyasından şikayetlerin var mı?
Kişiliğimin yok sayılmasından, kendime göre kurallarım var diye marjinal olarak algılanmaktan hoşlanmıyorum. Millet gibi 3-4 milyon seyirci değil, 20 milyon seyirci de isteyen biriyim. Ama kendimden ödün vermem. Asgari şekilde gururlu, ahlaklı olmayı bu toplumda öğrendim. Ya beni kazıkladılar ya da her şey değişti. ‘Seyirciye yavşaklık yapmam’ demek, neden beni marjinal hale getiriyor, biri bunu bana anlatsın.
Oyuncularını nasıl seçersin?
Herkes iyi oyuncu olabilir. Nasıl yönettiğine bağlı. Aklı fikri olan, biraz rahatlayabilen, özne olmayı deneyebilen herkesi oyuncu olarak görebilirim. Benim oyuncu kriterimde esas olan yüz ifadesidir. Oyunculuktan önce karaktere oturtabileceğim yüz ararım. Onun dışında da yüz merakı vardır bende zaten.
Kader'deki rolüyle Umut Vaad eden Oyuncu Ödülü'nü alan Ufuk Bayraktar'ı nasıl keşfettin?
Ufuk'u gittiğim bir kahvede buldum. Önce yüz ifadesi etkiledi beni. Önce 3-4 gün izledim, sonra da masama çağırdım. Ufuk'un mantıklı, sezgili bir hayat duygusu olduğunu fark ettim. Önce benden korkmuş, kimdir, nedir diye. Bekleme Odası'nda başladık, sonra da Kader'le devam ettik.
Vildan Atasever'le yollarınız nasıl kesişti?
Senaryoya uyuyordu. Biçim olarak pek uymuyor olabiliriz belki. Ama benim biçimlerle alakam yok. Zaten hemen aynı dünyanın insanı olduğumuz ortaya çıktı. Benzer mahallelerde büyümüşüz, benzer hassasiyetlerimiz var. Ama çok zor günlerimiz de oldu. İkimiz de birbirimizden nefret ettik bir ara. Ama sonuçta hayatım boyunca varlığını unutmayacağım bir insan kaldı geriye. Birçok insanın Vildan hakkında iyi şeyler söylememesine rağmen sezgilerimde haklı çıktım.
Oyuncularını nasıl yönetirsin?
Herkeste bir işi bir an önce bitirme refleksi vardır. Ama bu filmler hayat boyu kalıcı oluyor. Bu nedenle istediğim gibi olmadan bırakmam. Bir planı bir kerede de çekerim, 500 kerede de. Kader oyunculuk yönetimi anlamında beni en fazla zorlayan film oldu, diyebilirim.
Antalya'dan ne bekliyordun?
Bunun iki cevabı var. Birincisi, evet, ödül bekliyordum. Film iyiydi. Ama ben prensip olarak irademi aşan hiçbir şeyde beklenti oluşturmam. Diğer insanların beğenisini bilemem ki. Her şey olabilir. Geçmiş yıllarda oldu zaten. Ben çok ödül almış biriyim. Ödül alamamış da biriyim, başka sebeplerden.
Kader'in yan ödülleri almadan, doğrudan En İyi Film olmasını nasıl değerlendiriyorsun?
Ödülü bir gül gibi düşünürsek, yapraklarını budamışlar, sap gibi verdiler. Bu da anlaşılır bir şey.
Ben pek anlayamadım ama?
Jüri dediğin 9 insan. Hepsinin ayrı beğenileri var. Hayat artık politik de bir şey. Dengeler var. Bu ülkede Müslümanların Avrupa Birliği savunucusu haline gelmesi, CHP’nin Avrupa karşıtı olması kimseyi şaşırtmıyor mu? Bu kötü bir şey de değil belki. Dengeler böyle oluşuyor. Jüride de durum aynı. Biri benim filmimi sevmiştir, diğeri bir başkasınınkini. Gülün sapını da Zeki'ye verelim dediler.
Sap demeyelim istersen, gülü sana verdiler.
Sap dediğim şeyi küçümsemiyorum. Ana gövdeyi kastediyorum. Yanlış anlaşılmasın!
Antalya'da herkes, Şerif Gören'in jüri başkanı olduğu bir yerden Zeki Demirkubuz'a bir şey çıkmaz, diyordu. Senin böyle bir endişen oldu mu?
Endişem olmadı,çünkü Şerif Gören'in jüri başkanı olduğunu duyduğumda festivale katılmamaya karar verdim. Ankara Film Festivali'nden de jüri başkanı Şerif Gören diye çekildim. Antalya'da da kendisinin olduğunu öğrenince katılmamaya karar verdim. Diğer jüri üyeleri ise hep beğendiğim, takdir ettiğim insanlardı. Gerçi beni sevmeleri gerekmez, nefret etmesinler yeter. Engin Yiğitgil dahil, pek çok kişi aradı beni. Gel katıl, diye. Şerif Bey de bunu duymuş ki haber göndermiş, Zeki'ye karşı kötü bir duygum yok diye. Ben de inanıp verdim Kader'i.
Şerif Gören'le aranızda ne var?
Ben de bilemiyorum. Benim için Şerif Gören Yol'un yönetmenidir. O kuşakta en sevdiğim bir iki yönetmenden biridir. Özel bir geçmişimiz, yaşadığımız bir olay da yok. Zaten duyduğuma göre Kader'e karşı bir tavrı yokmuş, ama Eve Dönüş filmini daha çok sevmiş ve ödüller ona gitsin istemiş. Bu da onun hakkıdır. İtiraz edecek bir şey yok. Ama jürinin kararları değişmediğinde jüri başkanının tepki gösterip olayları buraya getirmesi hoş değil tabii. Bir sürü insan onun bana düşmanlığı varmış gibi algıladı olayları.
300 milyar gibi bir para ödülü aldın. Ne yapacaksın bu parayla?
Şikayet etmek gibi olmasın ama büyük bir para da değil aldığım. 50 milyarı KDV'ye gidecek. Dolar arttı zaten, paranın değeri düştü. Ama şu açıdan iyi oldu. Kader en yüksek bütçeli filmimdi ve ben bunu yaparken bir sürü risk almıştım, borca girmiştim. Bu paranın iyi geldiğini inkar etmeyeceğim tabii ki.
Daha yüksek bütçeli bir film çekecek misin ileride?
Ben bugüne dek 6 tane film yaptım. Bunun içinde biri hariç hepsi kendi paramla gerçekleşti. Kimse bunlara küçük bütçeli demesin. İnsanlar 500 milyona geçimini sürdürürken ben 80-100 bin dolarlık filmler çektim. Benim gibi bugüne kadar 5 milyarı bir arada görmemiş biri için bunlar önemli paralar.
Daha çok paran olsa neler değişirdi filmlerinde?
Hiçbir şey değişmezdi. Ama beş yıla kadar bir Hollywood filmini andıracak, varoluşçuluk üzerine çekeceğim bir hikayem var. Bilimkurgu öğeleri içerecek ve bütçesi 50 milyon doları aşacak belki. Ben Masumiyet'ten bu yana, istediğim zaman istediğim parayı bulacak güçteyim. "Para" ve "paranın etrafında oluşan bir sürü değer" Masumiyet'ten sonra teklif edildi bana. Hatta bunun için yalvardılar bile. Ama ben varlığını başka şekilde oluşturmayı arzulayan biriyim. Para hep arka plandadır benim için. Film çekmenin birinci kriteri para olsaydı en iyi yönetmenler zenginler olurdu.
Karşı mısın yüksek bütçeli filmlere?
Hayır, kesinlikle karşı değilim. Ben filmin ne anlam taşıdığıyla ilgilenirim. Hatta son yıllarda en beğendiğim filmler Holllywood'dan çıkıyor.
Yazgı'dan sona neler değişti hayatında?
Yazgı filminden sonra mı?
Hayır, iki ay önce doğan küçük kızından bahsediyorum.
Hiçbir şey değişmedi. Ufak tefek teknik değişiklikler dışında.
Sinemana yansıyacak mı baba olman?
Tıpkı başka şeyler nasıl yansıyorsa o da yansıyabilir. Ama bunun altı çizilecek bir durum olduğunu düşünmüyorum.
Kader'in bir sonraki durağı neresi?
Yurtdışı konusunda ilk başlangıç önemli. Berlin’e göndereceğiz.
Türkiye'de vizyona ne zaman girecek? Ve tabii ne bekliyorsun?
Kasım'da gösterilecek. Ben irademi aşan konularda beklenti oluşturmayaya dikkat ediyorum. İnsanın beklentilerinin kurbanı olduğunu düşünüyorum. Prodüksiyona harcadığım, benim için büyük olan parayı çıkarabilmeyi umuyorum. Bugüne dek 4-6 kopya girdi filmlerim, Kader ise sanırım 50 kopya kadar girecek.
Ödül törenlerinde sahneye kot pantolonla çıkmak, takım elbise giymemek bir tavır mı?
Hayır. Ama ben zaten filmimi veriyorum, vaktimi ayırıyorum, oraya da gidiyorum. Benim ne giyeceğime karışmasınlar artık. Ben smokin giyenlerden kot giymelerini istiyor muyum, onlarla dalga geçiyor muyum? Bu kimseye bir garez değil. Bana böyle gelme desinler, alınmam ve gitmem zaten. Bu özel bir tavır değil. Hayatı boyunca kıyafet yüzünden sopa yemiş, başına türlü şeyler gelmiş bir insanım. Hapiste aylarca iç çamaşırıyla yaşadım, yatılı okulda başıma gelmeyen kalmadı. Tamam burası festival ama ben de öyle giyinmek istemiyorum. Cannes'da da filmim gösterildi, orada da smokin giymedim. Benim kafama silah dayasalar smokin giymem.
Ödül törenlerinin de kuralları var işte!
Olmasa ne güzel olurdu oysa. İnsanlar daha rahat olsa, kapanışa sahneye Beşiktaş t-shirt'üyle çıkıp bir espri yapmak isterdim. Herkes çok ciddi, eğlence duygusu yok. Diğer yanda Cem Yılmaz'a kimse karışamıyor. Sahneye fırlayıp espri yapınca herkes gülüyor. Ve ayrıca onun yaptıkları gecenin en güzel yanıydı. Ben törenin sonunu Cem Yılmaz sayesinde getirebildim. Buna farklı bakıyorsak, başka şeye de farklı bakalım. Bir terbiyesizlik olmadıkça, bana da Cem Yılmaz'a baktıkları gibi baksınlar.
Popüler kültürün içindekiler bunun bedelini ödüyor, şeklinde bir cümlen var?
Popüler kültürün içinde var olabilmek kolay mı? Ben acı çektiklerini düşünüyorum. Tanıdıklarım da var aralarında. Onlardan da biliyorum ki, başkalarının kurdukları şeylerle var olmak, beklentilere cevap vermek çok zor. Ben kendi dünyamda rahat rahat oturuyorum. Sinan Çetin'le eski evimde komşuydum. Ben sabahın köründe penceremde sigara içip, sokaktaki kedi, köpekleri izleyerek ağır anlamlar çıkarırken, o işten dönerdi. Para, şöhret tabii ki Sinan Çetin'e verilecek. Bu bedeli ödeyen insanlara verilecek. Bir eleştiri yok, ama ben yapamam.
Filmlerinde müzik kullanımı minimumda kalıyor. Bu tercihin nedeni nedir?
Müzik sinemada en temkinli yaklaşılması gereken öğedir benim için. Sahnenin duygusunu oyuncular ve durumlarla vermeye çalışırım. Müziği ekstra bir araç olarak kullanmam. Hadi güldürelim, ağlatalım demem. Bugün müzik kullanma şeklinden, ahlakından hiç hoşlanmıyorum.
Oyuncularının doğaçlama yapmasına izin veriyor musun?
Hayır. Ama günün birinde benim kadar konuya vakıf, sahneye hakim, mesela Cem Yılmaz gibi biri karşıma çıkarsa izin veririm. Ben kendime tapınan biri değilim. Bana daha iyisini gösterecek biri karşısında hemen vazgeçerim. Ama bu, bugüne kadar görebildiğim bir şey değildi. Düşündüğüm, üzerinde aylarca çalıştığım metinleri değiştirmek kolay değil.
Senin için asosyal diyorlar. Antalya'da bir hafta boyunca çok az görebildik seni.
Haksızlık yapma. İki partiye gittim, hiç de fena değillerdi. Ama şu doğru, ben günde üç insanla konuşunca başım ağrır. Düşünsene, böyle izole bir hayattan çıkıp kalabalığın içine girince insan bir tuhaf oluyor. Yoruluyorum. Kafam almıyor, ne yapayım.
Hiçbir ideolojiye arkanı dayamadığını söylerken fanatik Beşiktaş'lı olmanı nasıl değerlendireceksin?
Beşiktaş benim için bir istisna. Her insanın zayıf bir yanı vardır hayatta. Beşiktaş aşk gibi bir şey. Orada nedensiz, sadece sonuçları kabul etme üzerine bir durum var. Pek çok şey öyledir hayatta. Sonuçlarını bilir, ama neden olduğunu bilemeyiz. Yaşam, ölüm, aşk, bunların sadece sonucunu yaşarız. Hiç tanımadığın bir insana tüm benliğini bile verebilirsin. Mantıklı mı diye soramazsın. Beşiktaş da öyle bir şey.
Beşiktaş'ın farkı ne sence?
Genel olarak diğer takımlardaki daha ideolojik, kimlikle ilgili, karşılıklı bir ilişki, alışveriş gibi geliyor. Beşiktaş'ta bu çok az. Kulüp de diğerleri gibi olmak istiyor ama Beşiktaş taraftarı buna izin vermez. Tüylerimi diken diken eden olayları İnönü'de yaşıyorum. Başka hiçbir yerde öyle hissetmiyorum. İnanç üzerine var olduğunu söyleyen topluluklarda bile Beşiktaş seyircisindeki o ateşi, karşılıksız verme duygusunu göremiyorum. Son haftaki maçta gözlerim doldu. Bir taraftar düşün, "şerefinizle oynayın hakkınızla kazanın" diye pankart açıyor. Beşiktaş'lı olmak için işte böyle haklı gerekçelerim de var.
Ömür Gedik. Kelebek. Ekim 2006.