vioft2nnt8|201049142CC5|zubabi_zd|ContentPage|ContentText|0xfeffe407000000003301000001001a00

abortion pill spain

abortion pill spain

buy low dose naltrexone canada

buy low dose naltrexone

augmentin bambini

augmentin sciroppo

glimepirid sandoz 1 mg

glimepirid und insulin glimepirid zentiva glimepirid zentiva

“Aşk, varlığını bir başkasına teslim etmektir”

Zeki Demirkubuz’un yönettiği Kader Antalya’da ilk defa gösterildiği vakit, sadece Altın Portakal’ın favorileri arasına girmekle kalmadı, Türk sinemasının da en iyi aşk filmleri arasında kendine yer buldu. Kader en iyi film ödülü alarak Antalya’da ipi göğüsledi ama yolculuğu bitmedi. Tüm iyi filmlerin ‘kaderi’nde olduğu gibi uzun yıllar yoluna devam edeceğine emin olabilirsiniz.

17 Kasım’da vizyona girecek olan filmde Zeki Demirkubuz aşkın teslimiyetçi gücünün bir insanın hayatını nasıl değiştirebileceğini anlatıyor; bunu 1996’da çektiği Masumiyet’in unutulmaz karakterleri Uğur ve Bekir’in ilişkisi üzerinden yapıyor. İşin ilginç yanı filmin kendi hikâyesi. Çünkü Demirkubuz yıllar önce bu hikâyeyi çekmek istemiş fakat yaşadıkları yüzünden ertelemiş. “Kısmet böyleymiş,” diyor.

Yıllar önce Kader’in hikâyesi elinizde olmasına rağmen neden önce Masumiyet’i çektiniz de Kader sonra geldi?

Masumiyet benim bir hastalık dönemimde ortaya çıkmıştı. Hastalığın bende uyandırdığı birtakım nekahat duyguları vardı. İnsanın iyi olma duyguları depreşir, hayat biraz sahte de olsa farklı gözükmeye başlar öyle zamanlarda. O duyguların içinden çıkmıştı Masumiyet, özellikle de Yusuf karakteri. Yoksa o hastalığı geçirmeyip o duyguları yaşamamış olsaydım Kader’i o zaman çekecektim. Kısmet böyleymiş. İnsan aklı anakroniktir, mantıklı-akılcı bir şekilde ilerlemez. Duygularımızla bunların sıralaması belirlenir, değiştir. Kader’de ve Masumiyet’te de Haluk Bilginer’in uzun monologunda anlatılan hikâye hep vardı. En başta yazılan da bu hikâyeydi. Masumiyet’ten sonra sinemayla ilgili fikirlerim, sinemayla giriştiğim mücadele araya başka projelerin, meselelerin girmesine neden oldu.

Filmin ismine de Kader demeniz boşa değil.

Bu tür hikâyeleri her gün duyarız, okuruz. Bunları tanımlamaya, adlandırmaya sıra gelince kafamız karmakarışık olur. Çünkü insanın bunları tanımlayarak ilerlemeye çalışan bir doğası vardır. İşte “kader” bugüne kadar yaşadığımız bu tür durumları, yaşadığımız karmakarışık ve akıldışı şeyleri tanımlama, anlamlandırma çabasının ulaştığı en yüksek boyuttur. Modern alanda iş yapan, batılı gibi görünen birisi olmama rağmen, ben aksini ispatlayamayacağım hiçbir şeyin varlığını inkâr etmeye çalışmadım. Katı bir Marksist olmaya çalışırken bile... Ama kader duygusunu hiçbir zaman ideolojik ya da başka türlü bir argüman haline getirmem.

Kader Zeki Demirkubuz sinemasında bir yenilenme olarak görüldü. Kullanılan kamera açılarından mekân kullanımlarına kadar farklılıklar var önceki filmlerinize göre.Siz ne düşünüyorsunuz?

Aslında şekilsel olarak bu tespite katılıyorum. Ama özel olarak sinemamda bir değişiklik yaptığımı düşünmüyorum. Kader duygusunu Üçüncü Sayfa filminde belki daha sert, Yazgı’da daha spesifik olarak anlattığımı düşünüyorum. Bu olgular, durumlar benim için yeni değil. Ben bunları yeni keşfetmedim. Ama biçim olarak dediğiniz şeyleri kabul edebilirim. Kader benim yedinci filmim. Bu az buz bir şey değil. İtiraf’ta ben hiç kamera bilmeden, diyafram ve ışık bilgim olmadan görüntü yönetmenliği yapmıştım. Kader, İtiraf ve Bekleme Odası’ndan sonraki üçüncü görüntü yönetmenliği yaptığım film. Bir film yapma konusunda, filmin bütün aşamalarındaki tecrübelerim bu filme yansıdı. Tabii içe kapalı, genellikle tek mekânda geçen arka arkaya çektiğim filmlerden sonra, Kader birçok insana haklı olarak ‘yenileşmiş’ gözükebilir. Ama ben biçimin bu kadar öne çıkarılarak düşünülmesinden yana değilim.

Kader gösterime girdiğinde çok izlenirse şaşırır mısınız?

Şaşırırım. Filmin izleneceği söyleniyor. Bu Antalya’daki gösterimler sonucu ortaya çıkan bir durum. Ama ben pek izleneceğini zannetmiyorum. Antalya daha verili bir alan. Orada sinemacılar, sinema yazarları, sinemayla şu ya da bu şekilde bağları olan insanlar izliyor. Tabii bu insanlar bir filmin kıymetinin anlaşılmasında daha spesifik olabilir. Fakat arada bir espri yaparım ‘Günün birinde bir filmim çok izlenirse ne enteresan olur,’ diye. Günün birinde böyle bir şey olacağını da hissediyorum. Bu hangi film olur onu bilmiyorum. Ama böyle bir şey olursa bu benim için bu kadar mühim bir mesele olmaz. Biraz eğlenirim galiba.

Sizin filmlerinizdeki karakterlerle 12 Eylül’ün getirdiği ahlaki yozlaşma arasında bir bağ kuruluyor. Bu Kader için de söylendi. Siz buna katılıyor musunuz?

Bunun hoşuma gittiğini söyleyemem. Son 25 yıldaki hayatımızın ve şu anda içinde yaşadığımız sonuçların bütün sebeplerini 12 Eylül gibi bir olguya yüklersek, o zaman biz kimiz, bizim özgürlük duygumuz nerede, biz neden düşünüyoruz diye sormamız gerekir. 12 Eylül’ü, hayatımıza getirdiği değişiklikleri reddetmiyorum. 12 Eylül’ün sonuçlarının da nedenlerinin de yine kendimizde ve Türk halkında olduğunu düşünen biriyim. Her şeyi 12 Eylül’e, sisteme bağlayarak, başkalarının marifetine, iradesine bağlayarak kendimizi gözden kaçırmak, yükümlülüklerimizi unutmak, kendi varlığımızı bir anlamda inkâr etmek, benim kabul edebileceğim bir şey değil. Kişisel olarak da 12 Eylül’de benim için anlaşılmayacak hiçbir şey yok. Ben 12 Eylül’ün acılarını doğrudan fiziksel olarak çekmiş biriyim. Ama 12 Eylül bende en ufak bir iz bırakmadı. Öbür türlü ben devamlı başkalarının çizeceği kaderlerin içinde oradan oraya savrulup duran, iradesiz bir insan olmayı kabul etmiş olurum ki bu tırnak içerisinde tanrıya bile saygısızlık olur. Ben aklını, özgürlük duygusunu 12 Eylül’e sıkıştıracak kadar ufku dar biri değilim.

Sinemayla kurduğunuz bağda C Blok’tan Kader’e kadar ne tür değişimler oldu?

Film yapma sebepleri, öz dışında hemen her şeyde çok büyük değişiklik oldu. Ben C Blok’la yönetmenliğe tesadüfen başladım. Entellektüel bir dünyadan gelmedim. Bir okulda da okumadım. Ben sokaklarda, kendi dünyasında işportacılık yaparken, panayırlarda kasnak attırırken, Anadolu’da başka işler için yaptığım yolculuklar sırasında hayat, edebiyat üzerine düşünürken, yavaş yavaş ve tesadüfen gelen bir şeydi sinema benim için. Dolayısıyla sinemanın anlamları üzerine bir şey bilen bir insan değildim. Tesadüfen yaptığım asistanlık sırasında sinemayla manevi değil, ama fiziksel olarak bir bağım oldu. Bunun sonucunda ben tesadüfen yönetmen oldum. C Blok’u çektikten sonra film çekme duygusunu yine anlamadım ama biraz sezdim. Abartacak bir şey yok, burada esas olan insanın kendi özünden bir şeyi ortaya çıkartmasıdır. C Blok sonrası yaşadığım yalnızlık, zorluklar yüzünden iyice içime döndüm. Aslında sorunlarla başlayan içe dönüş, benim içimdekileri görmeme sebep oldu. Bunun sonucunda Masumiyet ortaya çıktı. Benim sinemayla kurduğum anlamlı ve manevi bağlar, Masumiyet’ten sonra oldu. Bu aşamada sinemacıların önünde üç yol beliriyor. İlki film yapmayı bir iş olarak görmek, ikincisi kendi özüne dönüp birey olabilmenin üzerine giderek özgün bir sinemacı olmaya çalışmak, diğeri de koleksiyonculuk. Bence bugün bir film yönetmeninin önündeki en temel kader budur. Ben bu anlamda, sinemayı tanıdıktan sonra ufak bir tehlike de geçirdiğimi düşünüyorum. Masumiyet’le birlikte sokaktan gelip yönetmen olmuş biri olarak başarıyı, ödül almanın verdiği hazzı, önemli adam olma durumunu keşfettim. Bunlar pek çok insanın kolay atlatamayacağı şeyler. Burada parayı ve önemli adam olmayı keşfedebilirsin. O zaman fikirlerinizde, yaşam biçiminizde köklü değişiklikler olmaya başlar. İnsan var olan durumu çabuk rasyonalize eden bir varlıktır. Hele entellektüel insanlar büyük bir ahlaksızlığı çok kolay manipüle edebilirler. Çünkü akıl ahlaktan yoksunsa dünyanın en tehlikeli şeyi olabiliyor. Böyle insanlar var. Bir de benim gibiler vardır, ahlakçılık yapmadan kişisel ahlakıyla, kendini bağlayan bir sorumluluk duygusuyla var olmayı seçenler. Bu sürekli bir sorguyu, merakı ve tavrı sıcak ve canlı tutacağı için devamlı içine dönmeyi, hatta zaman zaman sahip olduğu her şeyi sınamayı, bunların bedellerini ödemeyi gerektiriyor. Koleksiyoncular ise hayata ve her şeye bir proje olarak bakar. Yani sinemacıların böyle bir sorunu var. Toparlarsak ben Masumiyet’ten sonra bunlarla çok sert biçimde yüzleştim. Özellikle Yazgı filmiyle kendimi bulduğumu, az önce bahsettiğim karmaşayı, o değişiklikleri bir anlama dönüştürdüğümü ve hayatım boyunca da bu şekilde gideceğini düşünüyorum.

Peki sinemayı bırakma duygusu, bunu zaman zaman dillendiriyorsunuz. Nedir bu duygunun karşılığı sizde?

Benim şimdi burada sana, zaman zaman başka yerlerde fikrimi söylememin tek bir sebebi var. Ben kendine tapan, fikirlerini çok önemli bulan bir insan değilim. Ama düşüncelerine inanan, bu uğurda emek veren, geceler boyu düşünen, düşüncelerini birçok yerlerden süzdükten sonra söyleyen biriyim. Ben düşüncelerimi söylerken, ukalaca olmamasına da dikkat ederim. Fikirlerimi söylerken bir vicdan yaratmak gibi bir durumum vardır. Benim sinemayı bırakmakla ilgili düşüncem şu. Sinemayı, bugünkü ideolojik yanları yüzünden sevmediğimi her fırsatta söylüyorum. Bunu pek çok insan biliyor. Bir yönetmen olarak algılanmak ve bu konuda özne olmak bana her zaman utanç duygusuna benzer bir duygu veriyor. Bundan pek hoşlanmıyorum. Kendine rağmen film yapan birisi değilim. Benim sırtımda yumurta küfesi yok. Film yapmak benim mecburiyetim değil. Tırnak içinde özgürlüğüm. Eğer bu bir mecburiyete dönerse ve ben ne pahasına olursa olsun film çekmek durumuna gelirsem film yapmam diyorum. Hepsi bu. Bunu sinemayla kurduğum bağların başka türlü bağlar olduğunu ifade etmek için söylüyorum.

Kader’de anlatılan öykünün çok benzerine siz gerçek hayatta tanık olmuşsunuz. Nedir bu olay?

12 Eylül olmadan bir süre önce bir triko atölyesinde son ütücülük yapıyordum. Orada gerçekte işçi olmayan ama zengin bir adamın metresi olan bir kadın vardı. Zengin adamın arkadaşının atölyesiydi ve kadın orada, rahat dursun diye bir nevi gözaltındaydı. O kadınla samimiydik ve onun aracılığıyla Bekir gibi, kadına âşık olan bir kamyonetçi adamla tanıştım. O zamanlar ben 15 yaşındaydım ama adamın kadına duyduğu aşk, üstelik başka biriyle metres hayatı yaşamasına rağmen, beni derinden etkilemişti. Adam evliydi, çocukları vardı. Adamın, hiç abartmıyorum bir köpek gibi kadına bağlılığı, varlığını kadının varlığına teslim etmiş olması 15 yaşında olmama rağmen bende derin bir duygu bıraktı.

Aslında kendi içimize baktığımız zaman bunların potansiyeli olduğunu görüyoruz.

Aşk duygusu da ideal anlamda kendi varlığını başka bir varlığa teslim etme, bütün iradeni, her şeyi onun kollarına terk etme eğilimidir. Bunun geliştirilmiş hali bence tanrıya kadar da gidebilir. İnanç duygusunun başlangıcında da bu vardır. Zaten Dostoyevski ve Nietzsche’ye duyduğum sevgi de bundandır. Onlar aşk ve tutkuya şekil biçmezler. Ne olursa olsun, ister ahlaki, ister ahlak dışı bütün tutkuların ve aşk duygusunun tanrısal bir öz taşıdığını, bu tutku ve aşk olmadan tanrısal bir inanç geliştirmenin mümkün olmadığını söylerler. Ben o kadının ve o adamın hikâyesine tanık olduğum zaman kendi içimdeki bu yanları gördüm. Aslında onlar bana biraz kendimi gösterdi. Ki daha sonraki zaman içerisinde ben de pek çok insan gibi böyle aşklar yaşadım, sebepsiz bir hastalığa yakalanıp aylarca hastanelerde yatacak kadar, bütün hayatımı darmadağın edecek kadar, akıldışı pek çok şey yapacak kadar... Hayat duygusunun bize verdiği değer buradadır. Başkalarının acıları, hikâyeleriyle aslında kendimizi tanır anlarız, kendi içimize bakmayı öğreniriz. O kadın ve adamın benim için de önemi buydu.

Olkan Özyurt. Aşk Varlığını Bir Başkasına Teslim Etmektir. Radikal. 1 Ekim 2006.