vioft2nnt8|201049142CC5|zubabi_zd|ContentPage|ContentText|0xfeff6a08000000000203000001000b00

diflucan

diflucan

mixing lexapro and weed

mixing zoloft and weed read

buprenorphine naloxone and naltrexone

naloxone vs naltrexone

naltrexone naloxone ptsd

naltrexone and naloxone difference blog.zycon.com

BirGün

Zeki Demirkubuz: Yeraltından notlar üzerine

Zahit Atam - 8 Nisan 2012

“Baylar, yemin ederim, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; hem de tam anlamıyla, gerçek bir hastalık. Normal bir insanın anlayış gücü, başka bir deyişle, yeryüzünün en soyut, en işini bilen kenti olan Petersburg’da (öyle ya, kentlerin işini bilenleri de var, bilmeyenleri de) yaşamak gibi katmerli bir talihsizliğe uğramış 19. yüzyıl aydınının payına düşen anlayışın yarısı, dörtte biri, hatta daha azı günlük yaşantımız için yeter de artar bile. Hani nasıl derler, içinden geldiği gibi hareket edenlerin, elinden iş gelenlerin anlayışıyla yetinmelidir insanoğlu.”

Bir arkadaşımın namı kuzuydu, ama kurt imajını benimsemişti, bakmayın kurt gibi görünmeye çalıştığına, karizması yoktu. Efelendikçe etrafındaki insanlar “sen ona bakma, aslında kuzudur” derdi. Bir siyasi toplantıda bağırıp ortalığı terörize ettikten sonra, dağılan gruptan birisi, “o bağırırken aklıma hep gaz çıkarmak geliyor” dedi, “niye adam olamadı bilemiyorum”. O siyasi yapıdan ayrılanlar geçmişe dönüp baktıklarında, artlarındaki bir kuru gürültücü, aslında efemine kabadayı için ne kurt diye hatırladılar, ne de kuzu. Zaten hayatları boyunca kuzu namlı arkadaşın bir kez bile içtenlikle duygulandığını hatırlamadıklarını fark ettikleri için, sözünü açan herkes, “benim için sosyalizm ahlaki bir önermeydi ve ben vicdani süreçlerin ardından siyasallaşmıştım. Ama onu hatırladığımda başka bir şey aklıma gelir,” derdi. Ayrılmayıp devam edenler içinse, ne kuzuydu ne de kurt, bir hayvandı, insanımsıydı. İşte bu kuzu namlı arkadaş, yukarıda Dostoyevski’den alıntıyı okumuş, altını çizmiş ve hayat ilkesi haline getirmişti, hiçbir zaman yeterince okumadı, her duyduğunu beşle çarpıp anlatır, her okuduğunu 10 katına çıkarır, idare etmeye çalışırdı. Öyle ki kendisi afilili bir üniversitede bilgisayar okuyordu, ama mezun olamadı, bilgisayar dillerini öğrenemediği için değil, hepsini öğrendi, ama hangi iş için gerekliyse onu, yoksa oturup kitap okuyamıyordu, lazım olacak ki öğrenecek misali. Aslında tam bir yeraltı adamıydı, hiçbir tartışmada sakin, rasyonel, duyarlı olarak kalmadı, bilgisi yetmediğinde efelenmekle eksikliği kapatıyordu. Efelenirken söylediklerinde duruma uymayan o kadar çok şey vardı ki! İnsanlar onu takmamayı ve başımıza geldi çekeceğiz diye kabullenir gibi yapmayı seçtiler, asıl sonraları ahı çıktı.

Bir başka arkadaşım daha vardı. Zekiydi, çok az okur, insanları dinler, en kritik anlarda müdahale eder, hiçbir şeyi formülize edemez, ama birisi yanlış yapmaya görsün, hemen hesapçıbaşı kesilirdi. Yusuf'un altını çizdiği satırlar Althusser’in Gelecek Uzun Sürer adlı otobiyografik eserindendi. Kitabı okuyanlar bilir, Althusser bütün hayatının dökümünü yapar, burjuva hukukunu eleştirir, yaşamının analizini köklü bir kapitalizm eleştirisine yerleştirir. Althusser kitabında Kapitali Okumak eserini yazarken (Balibar ile birlikte) Marx’ın özellikle ekonomi politik alanındaki eserlerine hakim olmadığını, hatta Kapital’i bile inceleyerek okumadığını itiraf eder. Yusuf da buradan yola çıkarak, bu kadar ünlü bir kitabı bile doğru dürüst okumadan yazabiliyorsa, ben de çok okumadan insanlara bilgiçlik taslayabilirim, yukarıdaki de bana zeka yönünden fazlasıyla vermiş zaten diye sonuç çıkardı. Sonuçta ne oldu, son derece diplomatik hareket eden, insan açıklarını kollamakta uzman, ama yazmaya kalktığında kimsenin ciddiye almadığı ve konuştuğunda insanları esneten birisi oldu çıktı.

İnsan hayatı böyledir, okumak eninde sonunda sizin karakterinizi belirler, okuduğunuz kitaptan daha önemlidir, o kitapla ruhunuzun derinliklerinde nasıl ilişki kurduğunuz.

Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar kitabı da çıkış noktasını bir kitabın okunmasına borçludur: Çernişevski’nin Nasıl Yapmalı kitabına. Rasyonel bir varlık olarak insanın ele alınması özellikle 19. yüzyılın alâmetifarikalarından birisidir, Çernişevski’de bunu yapmıştır. Gelin görün ki Dostoyevski insanı çelişkili bir varlık olarak kavrıyordu, bunu ispatlamak için bireyin tüyler ürpertici iç dünyasına dalınca, bir monolog halinde tek bir kişinin dilinden kendi düşüncesini çağının eleştirisi formatında yazınca Yeraltından Notlar ortaya çıktı.

Mesela: “Niçin iyilik üstüne, güzel, yüce şeyler üstüne anlayışım derinleştikçe, batağa daha çok saplanıyorum, neredeyse boğulmama ramak kalıyor?”

Dostoyevski insanın cahil olduğu için ya da iyiyi bilemediği için değil de, varlığından gelen çelişik karakteri ile rasyonel bir formata dönüştürülemeyeceğini söylüyordu, kısaca insan için: “yazılımı bozuk” diyordu. Ne kadar akıl verirseniz, o günü gelir aklın dediğini değil de akıldışına meyledecek bir isteğe kapılabilir, insanı böyle kabul etmek daha gerçekçidir.

Yakın geçmişte dünyaca ünlü bir havayollarının pilotu emekliye ayrılmak istemiş ve tedavi olmuş, bin bir eziyet çekmişti: niye mi? Havadayken uçağı düşürmek için çok güçlü bir istek duyuyordu, uçağı düşürmedi ama havadayken çektikleri için tazminat davası açtı, normali denemiş, doktora gitmiş, isteğini anlatmış ve rapor bile almıştı.

Ona biçilen tüm rollerin dışında ve ötesinde insan kendi varoluşu üzerinde sonsuz kontrolü kurmaya çalıştıkça ya bundan başarısız olacak ya da ne kadar başarılı olursa, özgür ve iradeli niteliklerini yitireceği için insanlıktan çıkacak.

Dostoyevski bu nedenle yeryüzü cennetlerine inanmaz, kuracağınız cennet insan gerçekliği ile çelişeceği için, kaçınılmaz biçimde yeryüzü zorbasına dönüştürecektir, açmaz işte.

Pek çok insan Yeraltından Notlar’ı okurken bir gerilim duyar, itirafların ardı arkası kesilmez, insan bir anda çıplak suretiyle karşılaşır, anlatılan her durumun bir karşılığını kendi zihninin derinliklerinde yaşamının bastırılmış bir andaki durumuyla özdeşleştirir.

Hakkımızdaki bilgimiz arttıkça, kendimiz üzerine yoğunlaştıkça, hayatımızın diyalektik biçimde nasıl çelişkilerle dolu olduğunu da görürüz, insan büyümez, daha çok oluşur ve üstelik bu oluşum sürekli bir yıkım ve yapım pratiğini içerir. Ne zamanı tek çizgili yaşarız, ne duygularımız ambivalant olmaktan kurtulabilir. Zıt duyguları eş anlı duyarız, kişilere ilişkin duygularımız, onlarla ilişkilerimiz kesintiye uğrasa bile, zaman içinde içimizde yaşar ve duygusal dünyamızdaki keskin salınımlar devam eder.

Zeki Demirkubuz için Yeraltından Notlar kendisine bir meydan okuma alanıydı, düşüncelerini anlatabilmek bu curcunaya hayran bakabilen birisi olarak. Yeraltından Notlar, insanın ancak kendisiyle yüzleşerek yakınlaşabileceği ve karşınızdaki konuşurken bilincinizde sizin kendi benliğiniz üzerine itiraflar yaparak karşılık verdiğinizde, yani okuyucunun seyircinin tam ve aktif katılımıyla okunabilir, seyredilebilir ve anlaşılabilir. Yalnızca Zeki Demirkubuz bir itiraf sahnesi kurmuyor, izleyici de kendi benliğiyle saf bir ilişkiye girerek filmi idrak edebilir, hatta nahoş bir portre karşımıza çıkardığı için yönetmene, gerçekliğe ve hayata kızgınlık duyabilir.

Zeki Demirkubuz: Yeraltı Üzerine - 2 - 15 NİSAN 2012

Filmi seyretme sürecinden başlayayım: Zeki’nin filmlerini özlemişim. Ayrı bir havası var, hiçbir yönetmenimize benzemeyen. Bir başka oluyor, üstelik bunun zerre kadar biçimsel bir tarafı bile yok. Zeki’de bir başka olan onun filminin atmosferidir, o başka şeyler anlatır, hem derdi başkadır hem de hayatın içinden başka sahneleri ön plana çıkarır. Nasıl desem? Öyle yaşamsal anlar vardır ki orada başka filmlerde göremezsiniz, üstelik bu yaşamsal anlar o kadar kolektiftir ki her birimiz şu ya da bu şekilde ya bunları yaşadık ya da bunlara tanık olduk. Yaşamın en ölü olduğu andaki en boğucu andaki görüntü bir anda sizi hakikatin mutfağına çağırır.

Mesela Yazgı’yı düşünelim, gümrük bürosunun iki erkek çalışanı ofisten çıkarlar, sinemaya gidelim derler, ama yolda Musa cayar, eve gidip dinlenmek ister, yatıp televizyon karşısında çekirdek belki yanında bira, sonra da yatıp uyumak. Ama eve gidince daha kapıdan girince orada kalmak istemez, ışıkları yakmadan dışarı çıkar. Amaçsızca gezinir, vitrinlere bakar, sonra da sinemanın afişine, o sırada büronun tek kadın çalışanı onu görür. O da onu görünce sohbet etmek ister, arkadaşları ya onu ekmiştir ya da zaten patronun yeni bir fingirdeşme isteğinden muzdariptir. Sinemaya girerler, tuvalete gider, arkadaşı oradadır, onu görünce şaşırır, Musa onu görmez, o da ters ters ona bakar, sinemada da hayvani bir şekilde kıza sarkıntılık eder.

Ben bu sahneyi deyim yerindeyse Türkiye Sinema tarihinde hiç hatırlamıyorum. Bu başka bir şeydir, olayın değişik versiyonlarıyla bildiğim herkesin başından şu ya da bu şekilde geçmiştir zaten. Zeki Demirkubuz filmlerini seyretmek başka bir tanıklıktır, en çok da kendinize ve yaşamın ölü anlarına, boğucu taraflarına, yaşamımızın içindeki nihilist yanlara, kendimizden yorulduğumuz anlara.

Yeraltı filmini görünce garip şeyler hissettim, bir kere basın gösterimine aşırı bir ilgi vardı, salon değiştirdiler ve daha büyük salonda oynatmak zorunda kaldılar, bu ikincidir tanık oluyorum, o farklı his pek çoklarında var, mahreme tanıklık insanları çekiyor sanki, deyim yerindeyse Zeki eleştirmenleri ipe diziyor.

Filmi görünce güldüğüm çok yerler oldu, diyeceğim şaşıracaksınız. Mesela gece yarısı uyumak isteyen karakterimiz, sokağın karşısındaki saçmasapan müziğin saçma volümüyle uyuyamıyor. Balkona çıkıyor, “Bakar mısınız?” hiç yanıt yok. Ardından küfür ediyor, sonra da eve girip yumurta, patates şu bu alıyor, balkondan balkona serbest atış. Ertesi günde hizmetçisine dün acayip şeyler oldu diyerek, hikâyeyi öznesiz anlatıyor, ballandıra ballandıra. Bana fazla tanıdık geliyor.

En büyük haz aldığım yer ise sonradan en çok gürültü çıkaran yer oldu, meğer ne çok gizli göndermesi varmış? Ben size tavsiye ederim, bu sahneyi seyredin hazzını çıkarın ve mutlaka arkadaşlarınızla bu sahneyi yeniden yazın, bu sahneyi aramızda yaşamayanımız var mı? Söylemediğimiz şeylerin yıllar sonra boğazımızda düğümlendiği, dile getirememenin ardından suskunlaştığımız, yıllar sonra durup dururken ve sessizce otururken hatırlayıp küfür ettiğimiz, geçmişteki durumun sizi boğduğu, sizin o zamanki tavrınızın kabullenemez oluşu, etrafımızdaki insanların ne oluyor diye şaşkınlığa uğradığı anlarımız yok mudur? Bunun olmadığı bir insan da tanımıyorum. O kadar sevdim ki hemen oracıkta kalkıp gidip Zeki’ye senaryoda müdahale etmek istedim, eksik kalmış şöyle şeyler de olmalı diye. Oysa sahnenin eksiği falan yok, sadece öznel deneyimlerin taşkınlıkları budanmış.

Kendini susturmanın cezası olarak, uyuyakalmak; hiç gitmek istemediğiniz bir yere koşa koşa gitmek ve heyecanla gecikmekten korkmak; sinirden yerinizde duramazken adama aşırı nazik davranmak; beş kuruşluk kayırmalı arkadaşlık gösterilerinin iç yüzünü iyi bildiğiniz için nefret etmek, onların sahte ilişkilerinden bir yandan tiksinmek, öte yandan içinde kaybolmak istemek, buyurun itiraf odasına, sizlerden de bekleriz.

Bir insanla konuşursunuz, dertleşirsiniz, sonra derdini dinlediğiniz ve onun derdi üzerinden yakınlaştığınız insan, sanki hiçbir şey olmamış gibi, yeri gelir üstünüze çıkar, tepeniz atar, o kadar atmasa iyi olur, tam o anda yakalandığınız bir insana patlarsınız, ama siz kendinizden kaçamadığınız için utanırsınız, o size daha çok dert olur.

Diyeceğim şu, Yeraltı, adı üstünde bir itiraf odası, isteyen yarayı kanatır, isteyen yaram iyileşti böyle şeyleri unutmak istiyorum der, isteyen de bunların üzerine tartışalım, kendi geçmişimle, hayatımın sessiz yıkıntıları üzerine dertleşeyim diye düşünür, seçim size kalmış.

Peki, şu gönderme işi ne olacak?

Zeki Demirkubuz’un tavrını insani ve asil buldum. Ortada bir yara var, ama yaranın da asaleti var, deşmek isteyenler mi var? O zaman yaranın asaletine saygı duyarak konuşacaksınız, siz de onu dert ediyorsanız, buyurun konuşalım. Yok dert etmiyorsanız, işi gücü bırakıp bira çerezi olarak “gönderme mi”, metafor mu, metonim mi, anlat da heyecan yapalım misali olmaz. Bu tavır bana şunu hatırlattı, tam da Demirkubuz’un filmini, Kader’i. Milletin beklentisi o kadar asaletten uzak ki düpedüz istedikleri Kader’de çocuğuna ilaç almak için gece yarısı nöbetçi eczane ararken Bekir’in içkiye musallat olması, oradan esrar partisine davetiyenin çekiciliğine kapılması, orada sözün Uğur’a gelmesi, oradan bütün milletin işe yaramaz adamsın ama maksat muhabbet şu senin dalganı dinleyelim diye Uğur’a getirmesi, sonrasında Bekir’in bire bin katarak, hayali bir iktidar kurarak Uğur’a ilişkin fantezilerini kusması… Ne oluyoruz, bu bana neyi hatırlattı biliyor musunuz? Zeki daha yönetmenlik kariyerine başlamadan önce böylesine sırnaşarak kendisinden laf sızdırmaya çalışan insana eğer o gün orada küfür etmeseydi, bugünkü Zeki de olmazdı. İnsanın derdi varsa, asaletiyle taşımayı da bilmeli, bu yüzden bir kez daha saygı duydum kendisine.

Zeki Demirkubuz: İtiraf anına bir çağrı olarak Yeraltı ile yüzleşmek - 22 NİS 2012

Fısıldanan sözlerdir fırtınayı getiren; güvercin ayaklarıyla gelen düşünceler yönetir dünyayı. (Nietzsche)

Etrafımdaki herkesin fısıltılarını dinlemeye çalışıyorum, bağırarak söylediklerini değil, en çekinerek söylediklerini, çünkü kendileriyle hesaplaşmaları o anlarda saklı, en içten sözler onların içinde yatıyor, ürkerek ve hep isyan edilesi şekilde dile geliyor o sözler.

Yeraltı’nı düşünüyorum, günlerdir.

Acaba diyorum bu kişi, bu karakter, bu insan niçin böyledir? Yetenekli desen, evet, düşünceli desen evet, akıllı desen evet, ama olmuyor bir türlü, diğer insanların yanındaki görüntüsü hep biçim bozunumuna uğramış, hep varlığı örselenmiş, hep kendi hiçliğinin farkında. Ne kendini tam koyveriyor, ne de kendini belirli bir hedefe yöneltebiliyor, kendi yazdıklarını etrafındakiler önemsiyor, ama o hep eksik buluyor. Türkiye böyledir, aziz kardeşlerim, en yeteneklilerimiz, en ahlaklılarımız, en güzel insanlarımız en yaralı insanlarımızdır. Onun için sözlerimiz de yaralıdır bizim, ancak bazı insanlar anlayabilir ve duyumsayabilir, çünkü komünal dilimizi kaybettik, etrafımızı saran olmayan meydanların kahramanlarının kibirleriyle kirlendi dilimiz.

İncil’den: “Yürekten Kaynaklanan Sözler 33-37

“Ya ağacı sağlıklı yetiştirirsiniz, ürünü de sağlıklı olur; ya da ağacı çürük yetiştirirsiniz, ürünü de çürük olur. Çünkü ağaç ürünüyle tanınır. Engerekler soyu! Kendiniz kötü kişilerken iyi sözler söyleyebilir misiniz? Çünkü ağız yüreğin taşmasından söz söyler. İyi insan içindeki iyi gömüden iyi olanları çıkarır. Kötü insan da içindeki kötü gömüden kötü olanları çıkarır.

Size diyorum ki, insanlar söyledikleri her boş söz için yargı gününde hesap verecekler. Öyle ki, sözlerin doğrultusunda suçsuz ve yine sözlerin doğrultusunda suçlu çıkarılacaksın.”

Ne boş söz söyleniyor, filmler gösteriliyor, seyrediliyor, tek bir ciddi tartışma olmadan hayatımızdan akıp gidermiş gibi, oysa en değerli sözler tartışmalara dâhil edilmeyenler olduğu için bu inanılmaz boşluk yaşanıyor, yoksa hayatın karşısında eserlerimizin hiçe sayıldığı falan yok.

Muharrem’i düşünüyorum, niçin bu kadar başarısız bir hayatın içinde silkelenip duruyor, çünkü kendini hiçbir yücenin karşısında esrikleştirecek bir amacı yok, kendini Zeki’nin deyimiyle homojenize edemiyor, yani türdeşleştiremiyor, yani hiçbir sadeleştirme yapmadığı için, hayatında şeyler ya mebzul miktarda varlar ya da kendi yatağında fark edilmeden akıyorlar, bunları birleştirmediği ölçüde ürüne de dönüştüremiyor.

Yeri geldiğinde suskunluk yaşanması gerekirken, yeri geldiğinde içindeki hiçlik duygusuyla değil de tam da kendini vakfetme duygusuyla hareket etmen gerekir ki yemişimiz tatlansın, hayatımızın içindeki yücelerimiz tüketici eylemimizle sarsılıyor, eylemlerimizin yönü olmadığı için parçalanıyorlar. Ve zaman içinde bizi boğarak ve ardından da bizi sürükleyerek korkunç anlamsızlık içinde savrulup duruyorlar.

Tam bir kakofoni içinde yaşıyoruz, bu ortamın en belirsiz yerinde en değerli ürünlerimiz var, silinip gitmiş suretlerimiz, çünkü kendi imzalarımızı taşımıyor, çünkü hayatımızı tümüyle tasarlayabilecek bir adanmışlıktan uzağız, bayağı şeylerle yetinerek amaçsızlığımız içinde yıktığımız değerlerimizle birlikte kaybolup gidiyoruz, sefil ve iler tutar yanı olmayan edimlerin içinde boğulmuşuz.

Yeraltı filmini düşünürken ve seyreden insanlarla konuşurken emin olduğum şeyler var, çünkü insanlar kendi yaşamlarını döküyor, zaten Zeki’nin filmlerinde en sevdiğim yanı da budur. Ne mi?

Artık şunu çok iyi anlıyorum, Zeki ile yıllarca konuşmuş birisi olarak şunu çok iyi biliyorum, Zeki yaşamının bir evresinde geri çekildi ve o evresinden itibaren personamız ile aynadaki çıplak suretimiz arasındaki mesafeyi çok iyi gördü. Ondan sonra yıllarca seminerlerinde, söyleşilerinde ve en önemlisi de filmlerinde bu aradaki ilişkiyi resmetmeye yöneldi. İlk söylediğinde insanların nasıl tepkiler geliştirdiğini çok iyi biliyorum, çünkü bunlara ben de tanık oldum. Daha sonrasında ise insan yaşamları kendilerine pek çok şeyi gösterdi, deyim yerindeyse ideolojik katılaşma yaşadıkları dönemdeki sert ve saldırgan tepkilerinin ardından, pek çok insanın hayatın içinde kaybolmuşken çeşitli vesilelerle aynadaki suretleri ile karşılaştılar. Ondan sonradır ki ancak Zeki’nin filmleri ve sözleri ile bir barışma yaşandı, ancak yıllar sonra gelip kendi durumlarındaki bu travmatik yüzleşme anlarını hem benimle hem de bizzat Zeki’nin kendisiyle paylaştıklarında bir iletişim kuruldu. Gerçektir bu, pek çok insanla konuşmalarımız o zaman içinde değil de ancak yıllar sonra o sözlerin tortusuyla yüzleşildiğinde sağlanıyor.

Mesela örnek vermek isterim, komiğime de gitti, daha dün bir arkadaşım anlattı:

Ataricide oyun oynuyor, daha çocuk, solucanlar var, bir şeyleri yiyorlar, yedikçe ortaya çıplak bir kadın çıkıyor, yiyemezsen ise canavarlar. Çocuk başarılı bir oyunla kadını adım adım soyuyor, kendisi de başarmanın hazzı içinde, iyice hedefe ilerlemişken birden arkasındaki sesleri duyuyor, ergenlerden büyüklere kadar bir dizi insan etrafını kuşatmış, tezahürat yapar gibi, arkasında onların nefesini duyuyor, o şaşkınlıkla başarısızlığa uğruyor ve güzeller güzeli bir kadın yerine ekran canavarlarla doluyor. Onun ardından ise etraftakilerin yuh sesleri ve kadının güzelliği hakkında iğneleyici küfürlü sözler dolduruyor. Bu anı, yani by stander olmanın o muhteşem anını sinemamızda anlatan herhangi bir başka sahne var mı? Ve bu an pek çoklarımızın hayatında karşımızda duruyor, o anın kendine özgü duygu karmaşası belleğimizin derinlerinde yatıyor, bir tür Zeki ile yüzleşilebilir bir an olarak karanlıkta kaybolmuştu.

Gerçek şudur, Zeki’nin hemen her filmi külttür, giderek Zeki tam olarak sinemamızda yeraltı edebiyatının temsilcisine dönüştü, öyle ki filmlerini sinemalarda ortalama 30 bin kişi seyrediyorsa, korsandan ve internetten ise atıyorum 1 milyon kişi izliyor, dahası başka, bu insanların hayatında unutulmaz ve iz bırakan filmlere dönüşüyor. Ne zaman Zeki üzerine seminer versem, salon dolup taşıyor ve insanların konuşmalarında bir duygusal yoğunluk bir öfke bir tartışma isteği hemen görülüyor, tartışmaların içeriğinden bağımsız olarak bu tavırda filmlerin ne kadar duygusal tortular bıraktığını anlıyorum, kaybolmamışlar ve insanların içlerinde bir yerlerde yaşıyor.

İnanıyorum ki Yeraltı filmi iki seneye kalmadan tam bir kült filme dönüşecek ve insanlarımızın hayatlarında çok özel bir yer edindiği için insanlar anlayacaklar ki yaşamın bir yerinde bunu seyretmezlerse kendilerini eksik hissedecekler, Yeraltı’nı ben bir tür kendimizle şiddetli ve yalnızken yaşayabileceğimiz bir yüzleşme anı olarak tarihe kaydediyorum.

Zeki Demirkubuz: Yeraltı, insanın yenikliği üzerine… 29 NİS 2012 
ZAMANSIZ DÜŞÜNCELER-12

Orhan Pamuk’un Yeraltından Notlar üzerine yazdığı önsöze bakıldığında, karakteri hastalıklı birisi gibi kavradığı ortaya çıkar. Aşağılanmak, kendini aşağılamaktan hazzetmek, niye severiz, şu bu…
Aslında romanı tümüyle yanlış kavramak denilebilir buna.

Yeraltından Notlar kitabının büyüklüğü, istisnai bir tipi çok iyi anlatması değildir, genel olarak insanın ruhsal yapısındaki karmaşayı görebilmesidir, zaten çıkış noktası da bunu net bir şekilde gösterir. Bir hedef belirleyen, sistematik olarak çaba gösterip, kendi hedefi için kendini bileyen bir insan modeli, insanın kendi çıkarlarını bilebileceği, buna göre hareket edeceği, insanın kendisi için iyi olanı bilebileceği… şu bu. Sonuçta pragmatist aklın galip geleceği, isteyen bunu liberalizme, isteyen de sosyalizme yontabilir.

İnsanın kendi çıkarını bilebileceği tartışması biraz da skolastik bir tartışmadır. Niye mi? Çünkü düşünün, insanın kısa vadeli çıkarları mı, uzun vadelileri mi? Düşünün, etrafındaki hangi toplulukları çıkar hesaplarına dâhil edecek, hangi türdeki çıkarlarını düşünecek, çıkarların da türleri vardır çünkü, örneğin kendi çıkarlarını düşünen insan, bu çıkarlara etrafındaki hangi insanları dâhil edecek? Sadece bu bile çıkarlarını değiştirirdi. Yeri gelir, kardeşlerin bile çıkarları birbiriyle uyuşmazken. Değil mi efendim, doğuda bir aile bir diğer aileyi taramıştı, çok sayıda insan ölmüştü, meğer kardeş aileleriymiş bunlar.

Şunu söylemek isterim, bütün bunları düşünmesek bile, kendi çıkarlarını sezip, bunları gerçekleştirecek planlar yapabilmesi, üstelik bunları uygun bir strateji dâhilinde gerçekleştirebilmesi, sanıldığından çok daha az bulunur. Hatta çıkarını çok iyi bilebilen, buna uygun hareket edebilen bir insan nadir bulunur, çok az kimse tarafından fark edilir, özellikle de eşleri tarafından. Ama toplumları düşünelim, hangi toplum çıkarlarını düşünebilir, buna ilişkin uyumlu hareket edebilir?

Genel olarak tarihler büyük yanılsamalar üzerine kurulu değil midir?

Yeraltı, filmini düşünelim. Muharrem güne başlıyor, ne bir eşi var, ne de her şeyini paylaşabileceği bir dostu. Komşularına da saygı beslemiyor, gizli bir mutsuzluğu var, etrafındaki anormalliklere bakıyor, şaşıyor, neredeyse kendisi normalmiş gibi, dürüstmüş gibi, yeteneksiz birisi değil Muharrem, hasta birisi de değil.

Komşusu saçma sapan bir müziği gece-yarısı açıyor, “Bakar mısınız?” yanıt yok, uyuyamıyor. Yumurta ve patates. Ertesi gün, hizmetçi kadına kendisini işine katmadan ve haz alarak durumu anlatıyor, başardı çünkü.

Hizmetçi kadına neler çektiriyor, yaşlı ve hasta komşusu. Onun ulumasına şaşıp kalıyor, aklı almıyor, durup dururken uluyor, herkes ona bakıyor.

Komşu, kadına inanılmaz çektirince, ona akıl veriyor, it gitsin, kaza olsun. Çıkışsız Muharrem, hayatın yükünü ve ağırlığını taşıyamıyor.

İçten gelen tatminsizliğin ve derin sıkıntının aşılamaması, hayatındaki ereksizlik, boşluk duygusu onu gece hayatıyla tanıştırıyor, içini boşaltıyor.

İstenilmediği bir “toplantıya” kendini davet ettiriyor, onlara kısaca “dürüst değilsiniz, yalakasınız” diyor, onlar da iyi de o zaman aramızda ne işin var, biz böyle mutluyuz yanıtını alıyor. Sizden nefret ediyorum diyor, ama işten çıkınca o toplantıya gitmemeye kesin kararlı olmasına rağmen, iki tek atınca kendini orada buluyor, hatta nasıl geldiğini bile bilemiyor, belki koşarak da gelmiştir geç kalmayayım diye. Toplantı saati değiştirilmiş, haber verilmemiş ona, Muharrem’in öfkesi büyüyor, masaya geçiyor, içi hınç dolu, ama kusamıyor, insanların hiçbir şeyi dert etmeyen haline öykünüyor, hatta içinden kendi mutsuzluğunun nedeni, mutluluğu oynayamamış olmasına bağlıyor, onlar gibi olmak isterdi Muharrem. Susuyor, içinden inanılmaz sözler ediyor, çoğu da doğru, dışarıdan ise yalakalara katılmak için kendini zorluyor, ama onlar gibi değil, o kadar kendini zorluyor ki içten direnç geliştiriyor, yorgunluk anında uyuyor onların yanında. Uyanınca anlamsızlığın dibinde, huzursuz ve rahatsız bir uykudan kalkınca alay edilen sözlerle karşılanıyor, battı balık yan gider.

Real Madrid Hotel, tezahüratları arasında oradan gitmek istiyor, ama duramıyor, o kadar hınçlı ki hata yapmadan duramıyor, sonuç Barselona otele koşmak oluyor. Sonrası yere yatırılmış, neredeyse kusacak. Çıkarken güvenlik elemanlarına teşekkür ediyor.

Hizmetçi kadınla da kötü oluyor. Planlar değişmiş, nasıl ters memurumuz en kızgın ve en hiddetli anında önüne bir bardak çay sürseler, bütün yelkenleri suya indiren tipte ise, hizmetçi kadın da evlenme teklifi karşısında yeni ayar çekmiş kendine. Onun yeni haline uyum gösteremiyor, takışıyor kadınla, tersleniyor. Her şeyi kırıp döküyor, Muharrem, ama orada bir başka yenilgi daha bekliyor Muharrem’i, kalbini ona açmaya gelmiş kadını da o kırmak istiyor. Ona değer verenlerin yanında sıkılıyor, onu tersleyenlerin yanında öfkesini kusamıyor, bir türlü ne yapmak istediğine karar veremiyor ve sebatla bir şey için çalışmaya mecali yok. Muharrem kendi yapabilecekleri için, yetilerini bir yöne kanalize edemiyor.

Peki, Muharrem kim bizim toplumumuzda, gerçek şu, büyük çoğunluk, yani istisna değil, büyük çoğunluk, yüzde ellinin her iki tarafında da Muharremler var. Muharrem bilinçsiz değil, aksine pek çok şeyin bilince, ama kendi önünde, içten gelen ve bir türlü ehlileştiremediği uyumsuzluğu ile kendine bir yaşam alanı bulamıyor.

İlginç değil mi? Bir hedefe kilitlenen, kendini sürekli yeni yüce hedeflere göre yetiştirmeye çalışan, hayatında ipleri kendi elinde tutmaya çalışan pragmatist bir karakter tahayyülü bir yanda, Muharrem öbür yanda? Çoğunluk hangisi? Asıl sorun da bu: insanlar ya o tarafta ya da öbür tarafta değildir, insanların dönemleri vardır, birinden diğerine yuvarlanır dururlar. Yapabilmek güdüsünü öldüren kanalize edilememiş bilinç ve eylem kişinin kendisini durduracak, pili bitecek kadar tüketebiliyor.

Rasyonel insan bir tahayyüldür, insanın kendisi kendi önünde ne kadar da zayıftır, bütün bu ilişkilerin içinde insansever olarak kalabilmek ve insanlıkla barışık yaşamak ne kadar da zor!

Türkiye’yi düşününce, şunu iyi görüyorum artık: Türkiye mutsuz bir ülke, evet ülkelerin de mutsuzu vardır, dahası Türkiye hınçlı bir ülke, insanların kendisinde kusulamamış bir öfke var, oturuyorsunuz ve insanlar beş on dakika nutuk atıp, bu ülke adam olmaz sonucuna varıyor, biz adam olmayız sözü halkımızın en çok tartışmalarında ulaştığı sonuç. Bu tartışmaların en önemli biçimi şu: masadakileri ayırıp, genel için konuşmayı becerirseniz, masadan uyumlu ve mutlu kalkıyorsunuz. Sen kendine bak, diyen birisi çıkınca birbirinize düşüyorsunuz…

Tamam inşallah demişlerdi bir kez, seçim yasağı varken duvarlara geceleyin yazmışlardı, sonra ardından Hoca’nın miras kavgası çıktı, tamam değilmiş mesela. Ama tamam olmasını ne de çok istemişlerdi, şimdi yeni bir Tamam dönemindeyiz, bakalım bu dönemin ardından ne zaman miras tartışması çıkacak.

Yeraltı’nı incelemek… 06 MAYIS 2012

Filmin iyi bir Zeki Demirkubuz filmi olmadığını söylemek, eski filmlerin tadına ulaşamadığını savunmak, ne yapsa Avrupa’dan yanıt alamadığından onu başarısız ilan etmek, bir başka yönetmene gönderme yaptığını, hatta filmin alametifarikasının bu olduğunu magazinleştirmek, oradan yola çıkıp biraz da sinir bozucu, o kim sen kimsin pozlarına bürünmek… Bunların hepsini bu filmi seyredip benimle konuşanlarla yaşadım ben, yaşatıldım daha doğrusu, hele öbür yönetmenle karşılaştırma seanslarında ısrarla fikirlerimi sormaları karşısında nasıl da bunaldım: benim için en korkuncu bütün bu tartışmaların içinde ne yazık ki zerre kadar Yeraltından Notlar romanının yer almayışı oldu.

Evet, yukarıdakileri içeren mevzularla film hakkında bana yazan ya da bizzat gelip konuşan insanların bir teki bile roman üzerinden bir tartışmaya girmedi, ne zavallılık.

İkinci olarak, çok az insanı tenzih ederek söylüyorum, genelde olan ise Yeraltı’nın dünyasını incelemek için kendi dünyalarından yola çıkarak bir yüzleşme mekânı gibi kullanmak yerine, aşırı popülerleştirilmiş ve filme de zannımca zararlı olan Nobel/Oscar tartışması, Ankara Sıkıntısı üzerinden konuşmalarla dolu bir ay geride kaldı. Ama belirli sayıda insanlar hem romanla hem de kendi hayatlarından söze başlayarak tartıştılar, o zaman da anlıyoruz zaten Zeki’nin seyircisinin sınırlı olduğunu. İşte bizim tartışma kültürümüz. Ortak eylemlerimizde ve sosyal körlüğümüzde katlettiğimiz sanat eserlerimiz, anlamak, sorgulamak ve farklı bir düzlemde eseri yeniden üretmek yerine, yargıda bulunup hüküm vermek için inanılmaz gayretkeş ve elbette son sözü söyleme isteği, “hepsini geç, burada asıl önemlisi bu, bunu da (hiçbir önemli yanı olmamasına rağmen) ben söylemeliyim histerisi…” Eleştirinin giderek övgü/sövgü sarkacında yargıçlığa soyunması, analitik olanın yadsınması, fikrin kendi gelişim seyrini içermeyen hali… Ulaşılan yargıların aklileştirilmemesi…

Ben yoruldum bu tablodan, yapabileceğim en iyi şey bunun dışında kalmak diyorum kendime ve arkadaşlarıma. 

Bunlar aslında doruk noktasını AKP iktidarında bulan riya aynasından yansıyanların sadece bir bölümü. Artık anlıyoruz ki içinde bulunduğumuz kültürün genel özellikleri bunlar, toplumun yüzde ellisi için ağzına geleni sayan insanlar hiç düşünmüyorlar ki diğer % 50’sinin muhteşem kültürel özellikleri ile ancak tablo tamamlanıyor: bunların hiçbirini zaten bizimkiler “yemez”, onlar işin aslını kerameti kendinde olacak şekilde biliyordur. İşin nesnel boyutu mu? Hadi oradan!

Kendini ötekileştirip, ötekini içinde besleyip büyütmek bütün ağır toplumsal/kültürel bunalım dönemlerinin karakteristiğidir. Ötekiyle durmadan konuşmak ve bilincinde asıl ikileşmeyi yaşayıp, dışsal dünyadan birinci korunacak özellik olarak bu diyalogları saklamak, kendi tezlerinin çıkış noktasını içinde duyumsayıp itinayla bunları değiştirip nesnel bir dille dışa vurmak ve toplum/akıl/ahlak adına konuşuyor havasına bürünmek bizim komünal histerimiz değil midir?

Ondan sonra gelsin, işin aslı muhabbetleri, doruk noktası da “biz adam olmayız”.

Herkesin öne süreceği bir personası, herkesin kendinden kaçacağı bir öteki aynası, herkesin kendine göre ayrı bir mezrusu, ötekine başkası…

Ne güzel değil mi? Yaşayıp gidiyoruz.

Bir yönetmen kendi Yeraltı’nı filme almış, üstelik metni günümüzde yeniden üretmiş, bu toprağın suretlerine büründürmüş. Eğer samimi ise, eleştirinin ve tartışmanın da konuşurken kendi yeraltından esinlenmesi gerekir, mesela eski dostlukların nasıl sonradan cevval düşmanlıklara kaynaklık ettiğini, kendi ikiyüzlülüklerinden gayet memnunken kendine karşı daha acımasız ve sonuç olarak da çok daha dürüst insanların hep birlikte kolektif riyayla yalıtılmasındaki rolümüz, bile bile kendi hasetlerimizden türettiğimiz vesveselerle hayata dair insanı yoksullaştıran edimlerimiz…

Elbette, olacak bunlar, ama insan yine de düşünüyor bir Sonsuz Dönüş fikrini, en azından aklına geliyor.

Yeraltı filmini seyrederken, düşünürken, tartışırken insanın aklına kaçınılmaz biçimde geliyor: sonsuzluk içinde yine sonsuz kere hayatımızın tekrarlandığını, o zaman da her tekrarın içinde bir öncekini bilerek ya da bilmeyerek, ama hayatın aynı karesinde aynı yalanın söylenmesi, aynı riyanın suç ortaklığı, aynı yerde gerçeği belli belirsiz biçimde sezerek tam aksi bir sözün dillendiricisi olduğunu, hep aynı yerde aynı katil gömleğini giydiğini… Düşünün hep aynı yerdesiniz, mesela Amerika’dasınız, Türkiye’de Denizler yargılanıyor, hiç üstünüze vazife yokken “acımayın” diye mektup yolluyorsunuz, sonra da tarihin acımasız yüzünde kızınızla evlenmek isteyen davulcunun peşine ajan takmaya kalkıyorsunuz. İnsan bir de böyle düşünse kendisinden tiksinmez miydi? O zaman eylemlerimize daha bir ağırlık gelmez miydi? Ahlakın ve insanın kendini sorgulamasının başka bir anlamı olmaz mıydı? O zaman insan hayatında başka anlam arayışlarının bir ağırlığı olmaz mıydı? O zaman insan, aman ormancıya karşı, coşkulu görünür gibi, “Real Madrid Hotel” diye tempo tutarken dili dolaşmaz mıydı?

Kendi ruhsal yoksulluğumuzdan biraz olsun bıkmaz mıydık? O zaman aşkın anlamı da çok daha farklı olmaz mıydı? Yitik aşklarımıza karşı varoluşumuzun niye ya niye? diye soran halleri bizi daha farklı yaşamaya götürmez miydi? O zaman alçaklığın evrensel tarihine giren eylemlerden çok daha büyük bir hırsla kaçınmak istemez miydik? O zaman insan kendi ruhsal yoksulluğunun çok daha bilincine vardığı için, kendine karşı çok daha acımasız olmaz mıydı? O zaman biri gidip biri gelen mazeretlerin anlamları değişmez miydi? O zaman şu ya da bu iktidar baskısıyla yaptım diyerek kendimizi affetmeye dünden hazır olduğumuz uzlaşmaların, aslında kendimize ihanetlerimizin anlamı bizim için çok daha kabul edilemez hale gelmez miydi?

İnsan hem karanlık tarafları olan, hem de karanlık taraflarını bilebilen bir varlık, tıpkı bilinçdışını aklı ve fikriyle ve son derece analitik olarak anlayabilmesi ve açıklayabilmesi gibi. İnsan kendini paranteze alıp incelemeye başladığında fenomenoloji de başlıyor, kendisi diğerlerine açılan kapısı, kendi ruhumuzun derinliklerinde yatan korkunç karmaşa yerine milletvekillerinin harcamalarında çok önemli yer tutan kuru temizlemeci parası gibi sürekli dışa itinayla kafa ve ruh ütülemesi yaparak “özenli giyinmek, özenli görünmek, karizmayı çizdirmemek, aman hiç falso vermeyeyim adına kasıl kasıla yürümek” gayri yeter bu edepsizlikler diyarı demek oyunbozanlık mıdır yeni bir oyun istemek midir? Yıkıcı mıdır kurucu mudur? Bunları tartışabilseydik hepimiz için çok iyi olurdu, o zaman belki Yeraltını da daha çok sever, vesile olması nedeniyle onu yarınlarda da hasretle anardık, bugünkü pratiğimiz, kendi ruhsal yoksulluğumuzla, samimiyetsizliğimizle de insanların ürettiği her şeyi kolayca talan etmenin dayanılmaz çekiciliğinde kaybolmazdık.