vioft2nnt8|201049142CC5|zubabi_zd|ContentPage|ContentText|0xfeff490800000000ab02000001000b00

can you buy naltrexone over the counter

buy low dose naltrexone

lamictal

lamictal website

abortion pill online usa

abortion pill online usa

progesterone basse

progesterone effet click here

“Tüm filmlerimin ismi Kader olabilir”

“Uzun hikaye, karışık”... Her şey bu replikle başladı. Haluk Bilginer’in ağzından dinlediğimiz “Masumiyet” filmindeki ünlü monologun bu başlangıç cümlesi, yılın önemli filmlerinden “KADER”in de temeliydi. Bu yıl Antalya’da En İyi Film seçilen filmin yönetmeni ZEKİ DEMİRKUBUZ, filmin çekim hikayesini, sinemayla kurduğu ilişkide geldiği noktayı, kaderin filmlerindeki rolünü anlattı. 

Hapisten yeni çıkan saf Yusuf’un, oradan oraya sürüklenerek yaşayan Bekir’in, Uğur’un ve onun sessiz kızı Çilem’in öyküsüydü “Masumiyet”, ama daha çok Yusuf’a odaklanıyordu. Yusuf, yeni tanışıp kimsesizliğinden ötürü bağlanıverdiği Bekir ve Uğur hakkındaki gerçek hikayeyi Bekir’in ağzından öğrendiğinde, “Kader”in hikayesi de ortaya çıkmıştı; tabii biz seyirciler için. Aslında önce o hikaye vardı; Bekir Uğur’u sevmekteydi, Uğur Zagor’u, Zagor da suç işlemeyi... Vildan Atasever, Ufuk Bayraktar, Ozan Bilen, Settar Tanrıöğen, Mustafa Uzunyılmaz, Engin Akyürek, Müge Ulusoy ve Erkan Can gibi isimleri oyuncu kadrosunda bulunduran film, “Masumiyet”in öncesine gidiyor ve Bekir ile Uğur’un hikayesini en baştan anlatıyor. Antalya Film Festivali’nde sinema yazarlarının ve izleyicilerin büyük beğenisini toplayan, jürinin de “En İyi Film” ödülüyle taçlandırdığı “Kader”, bu ay vizyona giriyor. Filmin yönetmeni Zeki Demirkubuz ise, her biri orijinal metinlere sebebiyet veren röportajlarından biriyle huzurlarınızda...

“Kader”e gelmeden önce, hikayenin nasıl ortaya çıktığından bahseder misiniz? 20 yıllık bir mazisi var, öyle değil mi?
Daha da eski, 12 Eylül’den önce… Ben bir triko atölyesinde ütücülük yapıyordum o zamanlar. O dönemde atölyeye gelen bir adamın metresi olan ve orada tanıdığım bir kadının hikayesiydi bu. Yani 12 Eylül öncesindeki işçilik zamanlarımdan kalma bir hikaye. Tabii bu değil sadece. Filmde, babamın halı mağazasında çalışırken yaşadığım bir sürü şeyin ve onunla birlikte başka bir sürü hikayenin de birleşmesiyle oluşan bir hikaye var.

Tüm bunların başınızdan geçmiş hikayeler olmasının film açısından özel bir önemi var mı? 
Başımdan geçip geçmemesi çok önemli değil aslında. Başımdan geçeni yazmanın bir önemi olduğunu da zannetmiyorum. Bir sürü şey yaşarsın, bazen yaşamak istersin, bazen yaşadığını zannedersin. Bunlar zamanla geçip bir temele oturduğu zaman, bir meseleye dönüştüğü zaman, bir temanın altında birleşip bir hikaye oluşturduğu zaman anlatılabilecek seviyeye gelir. Yani benim yaşadıklarıma ve filmlerime bakıp da sonuç çıkarmamak lazım. Bunlar bir çok şeyin toplamıdır. Benim, hadiselerden 20-25 sene sonraki aklımla, başka bir insan olarak, başka bir akılla, başka bir duyguyla düşünüp yazdığım şeylerdir. O yüzden bence hikayesinin nereye dayandığı konusu hem çok önemli değil hem de orada çok somut şeyler yok. Filmin kişisel görünmesi de yine önemli değil, çünkü yarın öbür gün hiç benim dünyamla ilgisi olmayan bir hikayeyi seçip onu da anlatabilirim. Yine benimle çok bağlantılıymış gibi görünebilir. Zaten yazar olarak, yönetmen olarak o gerçeklik duygusunu uyandırmak zorundasınız. Mesela o “İtiraf”taki hayatın, oradaki karı-kocanın hayatının benimle ne gibi bir ilişkisi olabilir, ama o da öyle görünüyordu. Kişisel gibi görünüyordu. Burada önemli olan bir şeyi yaşamış olmamız ya da kendi dünyamızın içinden çıkması değil. Hiçbir şey yaşamamış, kendi dünyasında, sadece korkularından sadece özlemlerinden yola çıkarak hiç gitmediği dünyalara ait çok güzel hikayeler, çok güzel karakterler yaratabilir bir insan. Bunun çok örneği de var. O yüzden o yaşanmışlık duygusunun -benim hikayemi de insanlar bir şekilde öğrendikleri için-, “Yaşamış adam yahu...” meselesinin biraz abartıldığını düşünüyorum. Yani yaşadım tamam, onda da bir sorun yok, ama herkesin bir hikayesi vardır, benim hikayem de bu. Ama benim hikayem böyle olmasaydı da ben böyle şeyler yapabilirdim. Çünkü daha çok karakter meselesidir bu, kişinin kendisiyle ve hayatla ilişkisiyle ilgili bir meseledir. Sinemada ben şuna da çok tanık oldum. Yaşadığı olaylar çok olup da, hiçbir şey anlatamayan birçok yönetmen gördüm. Ölçü çok şey yaşamak olsaydı, en çok yaşayan en iyi anlatırdı. Öyle bir şey yok yani. Ben sizin dünyanızı hiç bilmiyorum mesela, ama bir kaç saat sonrasında oturup, sizinle ilgili sezdiğim çok küçük bir şeyden bir hikaye çıkarmam mümkün. İyi bir anlatıcının, yazarın bunu yapabiliyor olması gerek zaten. Yoksa, “Hikayeler sokakta, hayatın içinde” sözleri çok büyük bir demogoji bence. Yok böyle bir ölçüt.

“Masumiyet” ve “Kader”de anlatılan bütün hikaye aslında Haluk Bilginer’den dinlediğimiz monologdan türüyor. Yani “Kader”in hikayesi aslında ilk yazdığınız hikaye. Peki neden önce “Kader”i değil de “Masumiyet”i çekmiştiniz? 
Tabii bütün hikaye oradaki monolog zaten. Önce onu yazmıştım. “Masumiyet”teki monolog, eşittir “Kader”in hikayesi. “Kader” çekilecekti önce ama o dönemde Yusuf karakteri takılmıştı aklıma. Benim o zamanlar yaşadığım bazı duygular, bir takım olaylar sonucunda kendimden yola çıkarak ortaya Yusuf karakterini çıkardım. Onun üzerine bir hikaye kurmak istedim, o zaman bu “Kader”de anlatılan hikaye oradaki kahramanların geçmişi oldu. Öyle olunca da “Kader” daha erken yazılmış olmasına rağmen çekilmemiş oldu, yani Yusuf karakteri nedeniyle çekilmedi. Onun yerine hapishaneden yeni çıkmış çok saf bir  çocuğu anlatmak istiyordum. Onun hikayesi çekildi. Bekir’le Uğur’un 40’lı yaşlarındaki hallerini, bu karakterlerin karşılaşmasını anlatmak istediğim için “Kader” gerçekleşmedi, ama sonuçta tüm bu hikayelerin çıkmasına sebep olan yine “Kader”in hikayesidir. Bekir’in ağzından “Masumiyet”te dinlediğimiz hikayedir. Ben onu bir gece oturmuş, böyle beş altı sayfa, bir adamın konuşması gibi yazmıştım.

“Masumiyet”le arasına neden bu kadar zaman girdi?
Eğer proje adamı değilsen, kendini bir proje olarak görmüyorsan, kendine angajmanlar dayatmıyorsan, bir filmin çekilme zamanı onun olgunlaştığı zamandır.  Ona inandığın zamandır. Onun maddi manevi, özellikle manevi anlamda iç rahatlığıyla çekilebilecek duruma gelmesidir. O zamanlar çalışmama rağmen bu olmamıştı o yüzden “Masumiyet”i çekmiştim. Bir sebebi daha var. Bu “Masumiyet”ten sonra ben çok sıkıldım aslında. Acıların yönetmeni, yoksulların yönetmeni rolünden çok sıkıldım.

O yaftayı hemen yapıştırdılar size...
Tabii hemen. Benim de en sevdiğim şey kurgu bozmaktır, ki bunu diğer insanların haklı olduğunu bilsem dahi sırf gıcıklığına yaparım bazen. Eğlencelidir de çünkü. O “Masumiyet”e gelen övgülerin bir bölümüne, o filmin algılanış ve karşılanış biçimine gıcık oldum aslında. Ve biraz da öyle denk geldiği için üzerine gitmedim bir daha bu hikayenin. Zaman zaman düşündüm, hep yazdım, aslında hiç bırakmadım, hep bir kenarda duruyordu, ama araya diğer filmler girdi. Ayrıca ben bu kadar sınırlı birisi de değilim ki, her şeye aynı ölçüde ilgi duyan biriyim. Hayatta bir ton mesele var. İnsan zihni böyle kronolojik bir mantıkla ilerlemiyor. Bir anda bir şey gelir ve seni yakalar. Bir şeyi çok istersin ama olmaz. Çok çalışır her türlü gereği yerine getirirsin, olmaz, ama çok alakasız bir zamanda tutup oluverir.

Arada bir de üçlemeye başlayıp onu iki filmle bıraktınız...
Zaman zaman kendimi gaza getirir ve sonra da ortaya başka şeyler çıkarırım. Onun üçüncüsü çekilmedi, evet, ama çekilmemesinin sebebi zorluklar falan değildi, çekilebilirdi de. Mevsimle ilgili bir mesele yüzünden ara vermiştim. Fakat o arada gördüm ki bunun hiçbir değeri yok. Sadece beni bir takım ekstra zorluklara sokacak. Ben de dedim ki ağzımdan böyle bir şey çıktı diye neden kendimi körü körüne bu işe vereyim. Geri döndüm, sonra da işte belli bir zaman sonra “Bekleme Odası”nı çektim. Zaten pişman da olmuştum söylediğime, nedir “Karanlık Üçleme” vesaire.. Ben aslında üç tane film çekmek istiyordum. Hepsinin ortak yönleri vardı. Üçünde de kadınlar çocukları sevmiyorlardı, başkalarına aşık oluyorlardı ve başkalarından birer çocukları oluyordu. Sevmedikleri adama da sonunda geri dönüyorlardı. Bu fikirle yola çıkacaktım. Bu dışarıya sunulduğu zaman üçleme diye anlaşıldı. Üçleme filan, bilmem aslında öyle şeyleri ben. Benim için çok önemli değil o meseleler.

Biriktirdiğiniz birçok şeyi sonradan tek bir filmde, belli bir amaç için bir araya getirdiğinizi söylediniz. “Kader”de neydi amaç?
İnsanın zayıf yanlarına ilgi duyan biriyim. Karaktere baktığımda, ilk başta bana çekici gelen yönlerinden bir tanesi buydu mesela. Ama buradan şu da çıkmasın. “Ben burada şunu anlatacağım bunu anlatacağım” diye yola çıkmadım. Ben çok entelektüel bir insan değilim. Çok iyi bir düşünürüm ; yani bir yeteneğim olsa, düzenli ve metodik çalışabilecek olsam, bir filozof olabilecek kadar çok yüklenen, düşünen biriyim.Ama dedim ya, çok planlı davranabilen biri değilim. O yüzden bir filmi çekerken “Ben bunu niye çekiyorum” diye çok fazla düşünmem ve bu işi sezgilerime, coşkularıma bırakırım. Biraz da bunu maddi manevi koşullara bırakırım. Film bittikten sonra ise hep beraber izleyiciyle birlikte ben de düşünürüm. Şimdi de aslında küçük bir üç kağıtçılık yapıyorum ve siz sorduğunuz için düşünüyorum bu konu üzerine. Evet insanın kötülüğüne, akıl dışılığına ilgi duyan biriyim. Çünkü insanın iyiliğinde ve akli oluşunda benim için anlamaya değer bir şey yok. Genel olarak filmlerimin çoğunda vardır. Karakterler hep akıl dışıdır... Hep bir imkansızın peşinde koşma duygusu vardır, kendi kendini yok etme, kendi zararına olduğu halde bir şeyi isteme vardır. “Kader” de tüm bunlara olan ilgimi anlatabileceğim en sert hikayelerden biri. Galiba bu konuyu ele alma amacım bu. Ama film yapmak benim için neden ve sonuçla ilgili bir mesele değil. Ben bunu seviyorum, yani film yapmayı seviyorum. Bunun benim için çok özel bir yanı var. Hiç kimsenin anlamadığı, hiç kimsenin sezmediği bir yanı var.

Filmin çekimleri bir yıl kadar sürdü. Neden bu kadar uzun zaman aldı?
Çekimler ve kurguyla birlikte toplam bir buçuk yıl sürdü filmin tamamlanması, ama aslında mevsim yüzünden çekimlere sürekli ara vermemiz gerekti. Onu bekledik yani. Bir de ben aralarda kurgu yaptım bir yandan. Çekimler bittikten sonra da hem fazla çektiğim için hem de hikaye çok büyük bir hikaye olduğu için kurguya da öbür filmlerden daha geniş zaman ayırdım.

Bu nedenlerle de film biraz daha pahalıya gelmiş galiba?
Tabii tabii, yani öbür filmlerle karşılaştırdığım zaman neredeyse onların tamamına yakın bir meblağa denk geldi. Ama şu da var; bunu ben değil de daha normal hareket eden biri çekse, 2 milyon dolarlık falan bir bütçe olurdu. Yani nelerden vazgeçip nelerden vazgeçemeyeceğimi bilmem çok etkili oldu. Ama filmin bütçesinin, şu kadara çekildi bu kadara çekildi gibi bilgilerin çok önemi yok. Sonuçta benim için hepsi çok büyük para. Bu ne kadar paraya sahip olduğunla ilgili bir konu. Atıyorum 10 bin dolar biri için çok büyük bir para değildir de, bir işçi için büyük paradır. Hayalinde göremeyeceği bir paradır. Bu yüzden bütçelerin bir filmi değerlendirmekte standart olmasını anlayamıyorum. Dediğim gibi benim için çok büyük para, ama başkası için öyle olmayabilir...

Filmi hayata geçirmeye karar verdiğiniz andan itibaren oyuncular belli miydi?
Belli değildi. Uzun bir araştırma yaptım bu filmde. Bir de roller çok ağır olduğu için epey bir uğraştım. Mesela Ufuk Bayraktar vardı en başından beri aklımda ama  tip olarak uyduramıyordum. Bayağı bir insanla daha görüştükten sonra yine Ufuk’ta karar kıldım. Hatta çekimlere başlamadan bir ay önce bile Ozan Bilen’le Ufuk’u Bekir rolü için çalıştırıp, ikisini denedim. Her ikisine de aynı sahneyi oynattım. Evvela Ufuk’u Zagor rolü için düşünüp, Ozan’ı Bekir gibi düşündüm. Sonra tanıdıkça fark ettim ki, Ufuk’un farklı yönleri de var. Biraz aile çocuğu gibi. Bu yönünü keşfedince fikrim değişti. Vildan için de aynı şey geçerliydi. “İki Genç Kız”a kadar o da pek dikkatimi çekmemişti, ama o filmi izlediğim zaman bana çok dokundu oradaki hali. “Kader”deki tipine uyabilecek hallerinin olduğunu fark ettim. O herkesi kendine aşık eden, zıpır, mahalle yosması halinden bahsediyorum. Yalnız onu “Kader”in finalindeki haline nasıl uyduracağımı bilemiyordum. Gözümün önüne getiremiyordum. Başka oyuncu kızlarla da görüşmüştüm ama hiçbiriyle bu aşamaya gelememiştik. Naz Elmas’la görüşmüştük mesela. Onunla ilerleme kaydetmiştik ama  dizi meselesi biraz engel oldu. Ki onunla olan görüşmemde, dizide gösterdiğinden çok daha büyük bir potansiyeli olduğunu sezdim. Ben onu oynatırdım bu filmde ve kendisi de şaşar kalırdı ortaya çıkan işe. Yine benim iki sene kadar uzaktan izlediğim, bu işlerle hiç alakası olmayan bir kız vardı. Çok da zeki bir kızdı. Özellikle yüzü role çok uygundu. Ama onunla da oyunculukla ilgili sorunları aşamadık. Çok uğraştım aslında. En sonunda da Vildan’la görüştük. Onun kişiliğinde de aynı canlılığı gördüğüm için “Bu iş olur” dedim... Benim oyuncu seçimlerimde önemli olan bir insanla karşı karşıya oturup konuştuğumda bende bir kişilik uyandırmasıdır. O insan bugün en kabul edilmeyecek bir hayattan bile gelse , öyle şeyleri takmam. Bir tek şuna dikkat ederim. Bir oyuncu çok popüler diye onunla çalışmazlık etmem. Ama ben bu insanla çalıştığım zaman onun popülaritesi benim işimi ne kadar zedeler diye bakarım. Burada da zedelemekten kastım, tamamen teknik olarak, işin ilerleyişini engellemek açısından bir zedelemedir. Onun haricinde bu gibi takıntılarım sıkıntılarım yok. Tip olarak, yüz olarak o rolü oynayabileceğini hissettiğim herkesle çalışırım. Hatta bunu daha iyi belirlemek için şunu söyleyeyim. Bu filmdeki Uğur rolü için kafamdaki en net isim, uyuşturucu nedeniyle ölen genç bir kızdı, manken Burçin Bircan’dı. O kızı çok düşünüyordum bu rol için. O olaylar olmasaydı, kendisini kaybetmeseydik onun oynamasını istiyordum. Bilmiyordum da  mesele ortaya çıkana kadar kendisiyle ilgili durumu... Ama bu işe başlasaydık, orada sorunlar karşısında dururdum. O kızla çalışmayı çok istedim ama vefat etti.

Oyuncularınızda, oyunculuk yeteneği ya da deneyimi aramıyorsunuz o zaman, öyle mi?
Aramıyorum çünkü oyunculuk yeteneği çok muğlak bir şey. Bana göre oyunculuk yeteneği fizik olarak insanın bir şey sezdirmesiyle, daha da önemlisi özne olmaya katlanabilmekle, kendisi izlenirken o durumu aşıp kendinden istenileni yapabilmekle ilgili. O yüzden bunların haricinde kalan kısmı bence teknik şeyler. Ezberdi, o role girmekti vesaire... Özne olmanın getirdiği ciddiyeti aşıp, orada 10-20 kişinin içinde o işi normal bir biçimde yerine getirebilen herkes benim için oyuncudur. Bir insan kameranın önünde, insanların önünde ya da sahnede çıkıp bir işi becerebiliyorsa bence oyunculuk açısından bir sorunu yoktur zaten. Geriye kalan kısmı teknik meselelerdir.

“Masumiyet”te de, “Üçüncü Sayfa”da da, “Yazgı” ve “İtiraf”ta da, karakterler kendilerini, sadece tutkuyla açıklanabilecek açmazların içine sokuyorlar. Bekir’in, başına gelen onca olaya ve Uğur’un ona hiç karşılık vermemesine rağmen yıllarca Uğur’un peşinden sürüklenmesi gibi. Bu durumların inandırıcılığını sorgulayanlar da oluyor. “Kader” ise bu akıl dışı tutkunun en yoğun olarak görüldüğü filmlerden biri. Bu filme de böyle tepkiler gelmesini bekliyor musunuz? Proje aşamasında hiç düşündünüz mü bunu?
“Böyle şey olur mu?” türü sorulardan bahsediyorsunuz değil mi? Demin konuşmuştuk hani, insanı açıklarken neyle açıklayacağız. İnsanı açıklarken bugün tanımlandığı gibi sosyal ideolojik bir varlık olarak, akli bir varlık olarak mı ele alacağız? Eğer bunu kabul edersek hemen aklıma şu soru geliyor. O zaman bunca sorun neden yaşanıyor, bunca akıl dışı durum, bunca insanlık dışı durum niye yaşanıyor? “Yazgı”nın finalinde de bunu bir tartışmayla ortaya koymuştum. Orada şöyle bir mevzu vardır. Çocukla (Musa) savcı arasında geçen diyalogda, “Çocuk öldürmeyi mi savunuyorsun” der çocuğa savcı. Musa da der ki “Yeryüzünde çocuk öldürmeyi savunan tek bir insan bulabilir misin? Bulamazsın, ama her gün çocuklar öldürülüyor.” İnsanın böyle bir yanı var işte... Benim filmlerimde ortaya koymaya çalıştığım meseleler bunlar. Biraz suç meselesiyle de ilgili. Çok normal bir insan ertesi gün katliamcı olarak, katil olarak karşımıza çıkabiliyor. Demek ki insan dediğimiz şey, öyle ideolojilerin tanımladığı gibi, dinlerin tanımladığı gibi, akli, özü iyi bir varlık değil. Burada ancak gerçekçi olan insanların vurgulayabileceği ve üzerine gidebileceği bir şey var. İnsan öldürmeyi savunabilecek tek bir insan bulamazken her gün binlerce insan öldürülüyor, böyle binlerce olay yaşanıyor. Bunu bize ancak şu açıklar; insanın doğasında bir karmaşanın olduğunu, bir yanı rahip gibi yaşamayı arzularken bir yanının da günah içinde, suç içinde yaşamayı arzulayabileceğini kabul etmemiz lazım. Ruh dediğimiz şeyin büyük bir gayya kuyusu olduğunu, büyük bir labirent olduğunu, onu başka türlü anlayamayacağımızı kabul etmek lazım. Akli bir varlık olarak ele aldığımız insanın akıl dışı yönlerini de görmemiz lazım. Bizim hikayemize dönersek, eğer bir seyirci, bir eleştirmen ya da herhangi biri oradaki çocuğun, Bekir’in hikayesini kastederek, “Ya bu kadar da aşık olunur mu, ya da bu kadar da ısrar edilir mi” gibi bir soru sorarsa ben cevap vermem;dikkate almam bile... Çünkü bu işe böyle bakarsak, ortada hiçbir konuda konuşacak hiçbir şey kalmaz. Tutkuyu da reddetmek anlamına gelir bu, ki tutkuyu reddeden insanın aklından da, hayat deneyiminden de, entelektüelliğinden de, her şeyinden kuşku duyarım. Tutku insanın akli yanından çok daha önemli bana göre çünkü. Tutku insanı insan yapan en büyük öz. Bu tip bir eleştiri insanlığın bugüne kadar ki bütün hikayesini çöpe atmak demektir.

İnsan zaman zaman içinde bulunduğu duruma kendi kararları sonucu düştüğünü kabullenemeyip, suçun kaynağını kendisinden başka yerlerde arar; kader, kısmet, felek, şans mesela... Filmde Bekir ve Uğur da olayların geldiği noktaya bakıp “Kader işte…” diyorlar. 
Bu herkesle ilgili bir durum bence. Kimi bunu sonuna kadar yaşar kimi ise içinden yaşar. Bir şeyi başarmak için, bir şeyi elde etmek için, gerçekleştirmek için bütün gücünü ortaya koyup yine de hiçbir şeye ulaşamayınca “Kader” dersin. Bu, bir şeylerin sana rağmen, yaptıklarına rağmen gerçekleşmemesidir. Burada da (“Kader”de) böyle. Bekir elinden geleni ardına koymuyor ama sonuçta iradesinin dışında gelişen olaylara artık bir şey yapamıyor. “Kader” tüm bu çabaların hiçbir yere gitmemesinin filmidir. Bu noktada, bütün filmlerimin ismi olabilir “Kader”.

Bu filmdeki ekiple ilişkiniz nasıldı? 
Kaybetmeye başladığım sinema duygusunu bu filmde, bu insanlarla, bu ekiple yeniden kazandım. Bu filmle ilgili en şanslı şey bu oldu. Ben çok şanslı bir insan değilimdir hayatta. Tanrı bana her şeyi biraz zorla verir. Bundan şikayetçi değilimdir. Severim de bunu... Ama bu filmde -belki proje çok zor olduğu için- çalıştığım insanların hepsi şu anda kardeşim gibi oldular. Düşündüğüm zaman, ortalama bir ekiple ya da ortalama bir oyuncu grubuyla bu filmi yapamayabilirdim. Eskisinden çok daha önyargısız, eskisinden çok daha hoşgörülü, gerçekçi bakabiliyorum olaylara, ama yalnızca bunlarla becerebileceğim bir şey de değildi bu iş. Bana büyük bir coşku verdiler. Bu işteki coşkumu kaybetmememi sağlayan başlıca insanlardan biri de Vildan’dır mesela.

Bir iki sahnede Ufuk’un (Bekir) yüzü makyajla gerçekleşemeyecek türden hallere giriyor ve oyuncunun yüzünde hatırı sayılır bir fiziksel değişim görülüyor. Bu nasıl gerçekleşti?
Ben makyaj için kimseyi kullanmadım filmde. Özellikle final bölümünde Ufuk’un yüzündeki o ifadeyi kendimiz yarattık. Çok değişik yöntemler denedik. Bir sahnede o etkinin oluşması için Ufuk’un bir gece uykusuz kalması gerekti, ama sonra baktık ki bu sefer de yorgunlukla ilgili sorunlar çıkmaya başlıyor. Bu nedenle başka bir çözüm bulmamız gerekti. En belirgin örneklerinden biri de, Ufuk’un Kars’a gittiği bölümlerdedir. Otobüste uyandığı sahnede, yüzü çok acayiptir gerçekten. Çekim yaptığımız otobüsün içi çok sıcaktı ve Ufuk da uykusuzdu, ama yine de yüzünde istediğimiz “akşamdan kalma” ifadesi oluşmuyordu. Tam sahneyi çekmeden önce, üzerindeki kaşkolla Ufuk’un boğazını bir dakika kadar sıktık, yüzünde istediğimiz etki oluşuverdi! Kameradan bakıp da yüzünde gördüğüm ifade müthişti. Makyajla gerçekleşebilecek bir ifade değildi. Daha doğrusu ben nasıl olacağını tarif edemezdim bile.

“Masumiyet”i seyretti mi oyuncularınız?
Zaten izlemişlerdi. Hatta devamlı izleyip duruyorlardı.

Antalya Film Festivali’nde “Kader”e En İyi Film ödülü haricinde bir ödül çıkmadı. 15 ödülün en sonuncusu açıklanana kadar filmin ismi geçmedi, ama en son ödül “Kader”e geldi. Bu size tören sırasında bir gerginlik yaşattı mı? 
Yaşattığını söyleyemem ama şu nedenle; ben beklentilerine yenilen bir insan değilim; yoksa elbette bir beklenti oluşmuştu ödülle ilgili. Bir hafta boyunca herkes filmi konuştu, gelip filmin ne kadar iyi olduğunu söyleyen insanlar oldu, konuşurken ağlayan insanlar oldu. Bunlar karşısında filmin bir beklenti yaratmaması mümkün değil. Ama bu beklenti boşa çıksa bu beni şaşırtmazdı. Demek istediğim de bu; insanları beklentilerinin kurbanı olanlar ve olmayanlar olarak ayırırsak, ben ikinci sınıfta yer alıyorum. Ben de garipsedim oyunculuk, işçilik namına ödül çıkmamasını. Yine de hiç ödül çıkmasaydı bunu büyük bir haksızlık olarak falan görmezdim. Bunda anlaşılmayacak bir şey yok çünkü. Kararı başkalarına kalmış, benim iradem dışında gelişen olayları önemsemiyorum, sorgulamıyorum... 12 Eylül döneminde evimden alınıp götürülüşümü de sorgulamıyorum. İradem dışında gelişen hadiseler bunlar. Yani herkesi sistem iyi bir yerlere götürdü de bir tek bana kötü şeyler olmadı. Böyle düşünmem asla hiçbir konuda. Yedi film yapıp da mesele ödül olduğunda başına böyle şeylerin gelebileceğini düşünmemek için  aptal olman gerekir aynı şekilde.

Neler yapmayı düşünüyorsunuz önümüzdeki yıllarda? Çok farklı filmlere yönelmeniz mümkün mü; tür filmlerine mesela?
Yeni bir hikaye var, onunla ilgili bir şeyler yapabilirim, ama tür filmi bana biraz uzak; yani içinde diyelim ki korku öğeleri de bulunan bir film yapabilirim ama bir korku filmi yapmam. Aslında Michael Mann’in filmlerine içim gidiyor. “Heat” ve “Colletaral”i çok seviyorum. Öyle bir film yapmayı isteyebilirim. Dahası, film yapmak hususundaki ahlakım olmasa gidip aksiyon da çekebilirim. Çok da iyi çekerim gibi geliyor, ama belli bir meseleye oturturum, meselesi olmayan bir film yapmam.

Senem Erdine İşmen-Murat Emir Eren. Sinema Dergisi. 2006.